Yedi aydır "Güzel ve yalnız ülkem"in çok uzağında Atlantik kıyısındaki bir masal ülkesinde yaşıyorum. Havası, doğası ve mekanlarıyla beni bir masalın içinde yaşatan bu ülkede belki aldığım her nefeste kendi ülkemi özlüyorum ve buranın karşısında tüm güzelliklerine rağmen kendi ülkemi yüceltiyorum. Evimi yüceltirken burayı bu sevimli yeni evimi küçültmüyorum sanılanın aksine. Aslında gerçek evimi de bilmiyorum artık. İlk nefesten itibaren benim evim hepimiz başka noktalardan baktığı aynı gökkubbe değil mi?
Ama son günlerde aldığım haberler beni tüm evlerimden soğuttu sanki. Rahat nefes almam biraz havanın ağırlığından biraz da duyduklarımın gördüklerimin etkisinden zorlaştıkça zorlaştı. Havada asılıp kalan toz zerreleri gerçekleri biraz daha kapatsa belki biraz daha iyi olur, belki de en kötüsü bu olur. Bilemiyorum.
Dünya üzerinde göstermelik de olsa çocuklara özgü bir bayram olan tek ülkede çocuklara yaşatılan karabasan gördüklerim ve göremediklerim kanımı donduruyor. Masallardaki kötü kahramanlardan daha kötü bir gerçeklikte insanoğlunun belki tek mucizesine yaşatılan bu karabasan herşeyden önce insanlığımdan utanmama neden oluyor. Zalim gerçeklik değiştiremediğim varoluşumdan utanç duymama neden oluyor.
Lars Von Trier'in 6 sene önce izlediğim insan doğasını yerden yere vuran Dogville filmini hatırlattı bana bu yaşananlar. Benim de ucundan son dönemini yakaladığım ahlakın, iyi insan olmanın, masum çocukların yüceltildiği ülkemde Siirt'te, Manisa, İzmir'de bilmediğimiz başka mekanlarda yaşanmış ve belki halen de yaşanan karabasanlar Dogville'dekinden çok daha iç karartıcı, çok daha gerçek. 2 ve 3 yaşında iki çocuğun hele de başka çocukların cinsel, fiziksel, ruhsal şiddetine maruz kalmasını kaldıramıyorum. Ya da başka bir noktada başka çocukların kendi ailesinde yaşamak zorunda kaldığı karabasana. Hele de koskoca bir kentin tüm insanlarının bu karabasana karışmasına, göz yummasına, desteklemesine, üstünü örtmesine. Ne yaman bir dayanışma bu böyle.
Dogville'de 1930'lar Amerikasında bir kasabada insan doğasının değer yargılarını, hakkaniyetini, ahlakını, merhametini kendi keyfine göre nasıl ayaklar altına aldığı tüm çıplaklığıyla işleniyordu. Filmde beni altüst eden bir mesaj da kötülükleri maruz görmenin, anlayış göstermenin yanlışlığının vurgulanmasıdı. Bazı kötülükleri anlamaya çalışmak, affetmek, merhamet etmek kötünün içindeki kötülüğü daha da acımasız hale getirirmiş. Yaşadığımız gerçeklik de bunu göstermiyor mu?
Bu gökkubbe altında yaşanan tüm kötülüklerden bir noktada hepimiz mesulüz. Görmediğimiz için, durduramadığımız için, engelleyemediğimiz için, yok edemediğimiz için, gücümüzün yetmediği için, yetemeyeceğini düşündüğümüz için, sessiz kaldığımız için, görmezden geldiğimiz için. En önemlisi de affettiğimiz için. İnsan olduğumuz ve daha da önemlisi olamadığımız için. Tüm kötülüklerin suç ortağıyız. Suçluyuz elimizden birşey gelmediği için ve gelmeyeceğini düşündüğümüz için. İncittiğimiz tüm çocukların ahı hepimizin üzerinde.. Başka çocukları inciten çocukların suçu hepimizin suçu. Sezen "Masum değiliz" diyor ya eksik. Suçluyuz, suç ortağıyız. Olabilecek en adi suçun ortağıyız. Günahkarız. Siirt'teki o ilçede yaşayanlardan çok daha temiz değiliz.
En kötüsü de, içime sindiremediğim en feci durum da Siirt'te bir ilçe dolusu insanının masum çocuklara yapılanları irenç bir dayanışmayla sürdürdüğünü ve üstünü örtmeye çalıştığını öğrendiğim ilk anda hissettiklerim. İnsanın nefesini kesen kötülüğü beynimin algılamasıyla onun gerçekliğini bir anda doğrulaması oldu. "Güzel ve yalnız" ülkemin insanının bu vahşi dayanışmasının gerçek olduğunu, olabilmesinin mümkün olduğunu hissetmek mide bulandırıcı değil mi? Keşke bu kadarı da doğru olamaz diyebilseydim.