29 Aralık 2011 Perşembe

Erken Kaybedenler - Emrah Serbes


Emrah Serbes, Türk edebiyatına heyecan katan Afili Filintalar'dan biri. Bu genç yazara büyük sempati duymamın en önemli sebebi Türk televizyon tarihinde belki henüz yayındayken kült olmuş tek yapım olan Behzat Ç. dizisinin senaryosunu yazıyor olması. Ben Emrah Serbes'i geçen yaz soğuk bira eşliğinde birbiri ardına izlediğim Behzat Ç. dizisinin ilk sezonu ile tanıdım. Anti kahramanı bol, gerçekçi-absürd anlatımı ve süper oyunculuklarıyla beni kendine bağlayan, bitmemesi için dua eder hale geldiğim dizi bölümlerini henüz tamamlamadan da yazarımızın ilk iki romanı Son Hafriyat ile Her Temas İz Bırakır kitaplarına başladım. Her ne kadar polisiye türüne yabancı olsam da akıcı, yalın anlatımı ve samimi karakterleri ile aklıma yer etti bu iki roman ve Emrah Serbes'i yakın takibe aldım. 

Diğer Afili Filintalar'da olduğu gibi Emrah Serbes'in en başarılı olduğu alan bana göre 90'ların kederli, abuk ve komik atmosferini samimi, duygusal ve dönemin karman çormanlığına yakışır renkli bir dille anlatabilme gücü. Bunu yaparken de o dönemde çocuk olmanın verdiği saflığı koruyabilmiş olması. Yazıma konu olan yazarın son kitabı Erken Kaybedenler ise 8 erkek çocuk hikayesinden oluşuyor ve 141 sayfa. Birbirinden samimi bu hikayeler hem çok duygusal hem de çok komik. 90'ların taşrasında geçen bu hikayeler kadın-erkek bu dönemde çocuk olan herkese tatlı hatıralar anımsatıyor. Kooperatif apartmanlarında doğan ve çocukluğunu sokaklarda oyun oynayarak geçiren son nesil olduğumuz için belki de o dönemin anlatılması çok etkileyici.



Ergen erkek hikayeleri edebiyatımızda çok fazla işlenmeyen bir konu. Hele hayata baştan kabullenilmiş bir kaybeden olarak başlayan ve başından geçen tüm olumsuzlukları hayatın sonu olarak algılayan,saf ve kötümser yani Küçük Emrah misali erkek çocuklar belki hiç anlatılmadı. Yapayalnız kalmış; hiçbir zaman arkadaş grubunun lideri, özenileni ya da sevilmeyen kötüsü olarak bile dikkat çekememiş duygusal erkek çocuklarının yaşadıkları insanı gerçekten duygulandırıyor. Bu noktada beni en çok etkileyen şu diyaloğu aktarmak istiyorum, spoiler uyarısıyla. Aşkına karşılık bulamayan ergenin babasıyla konuşması : 

- Apartmanın girişindeki lambayı sen mi kırdın Bülent?
....
- Lamba senden değerli mi evladım, lambanın amına koyayım lamba kim?
- Beni görünce yanmıyordu baba.
- Nasıl ya?
- Görmezden geliyordu, yanmıyordu. Kaç sefer yok saydı beni..

Çok uzatmadan Erken Kaybedenler kitabını tavsiye ediyorum çünkü herkesin altı çizili bir biçimde "en" olmak için birbirini yediği anlamsız hayat mücadelesinde baştan kaybeden olan çocukların saf-aptal hikayeleri insanın içini açıyor. Belki bir edebiyat harikası değil ama trende, otobüste, metroda, vapurda hayatımızdan çalınan zamanı en eğlenceli şekilde değerlendirebileceğimiz bir kitap Erken Kaybedenler. Zira, akıcı dili ve birbirinden renkli karakterleri ile bir çırpıda okunuyor ve insanı yormuyor.



14 Kasım 2011 Pazartesi

Milena'ya Mektuplar - Franz Kafka



Franz Kafka, varlığımı anlamlandırma çabalarıma ortaklık eden, hayattaki kasveti en iyi tanımlayan ve hatta sevdiren çok özel birkaç yazardan biri. Herkes roman okurken kendini roman kahramanlarından birinin yerine koyar ya, ben bazen kendimi yazarın yerine koyarım. Onun ruh halini, anlatmak istediklerini, hayatla ve kendisiyle kavgasını, rüyalarını, korkularını onun gözünden anlamaya çalışırım. Bu çok nadiren olur ve şahane bir duygudur. Bunu hissettiğim birkaç yazar da tanıdığım pek çok insandan daha yakındır bana. Kafka da bu gizli dostlarımdan biri. Kafka "Ne yazsa okurum, alışveriş listesi bile" dediklerimden. Ancak bu yazıya konu olan kitabı uzun zamandır kütüphanemin bir köşesinde durmasına rağmen bir türlü elime alamıyordum. Belki özel hayatın mahremiyetine ilişkin sorgulamalarımdan ötürü, belki de okuduklarım nedeniyle yazarla arama mesafe koyma ihtimalden duyduğum korku. Sonuçta bu bir roman ya da deneme ya da ona benzer birşey değil. Kafka'nın bir dönem aşık olduğu kadına yazdığı mektuplar.
Ancak geçen hafta bu korkularımı yendim ve kitabı Kafka'nın da bayıldığı bir atmosferde kasvetli, yağmurlu, karanlık, depresif ve güneşin yüzünü hiç göstermediği birkaç Antwerpen gününde bitirdim. Kitabın konusu arka kapakta da özetlendiği üzere, Kafka'nın Prag'da bir arkadaş ortamında tanıştığı ve sonra da öykülerini Almanca'dan Çekçe'ye çevirmesini istediği gazeteci Milena Jesenská ile 5 yıl süren ve ümitsiz bir mektup aşkına dönüşen ilişkisi. Biz bu ilişkiyi Kafka'nın Milena'ya bu süreç içinde yazdığı mektuplardan takip ediyoruz. Kitap sadece Kafka'nın Milena'ya yazdığı mektupları içerdiğinden Milena'nın Kafka'ya verdiği karşılıklar hayal gücümüze bırakılmış. 



Kitap Kafka'nın bazıları roman kıvanımda yazılmış mektuplarından oluşuyor ve romanlarına nazaran çok daha kolay okunuyor. Ve romanları kadar akıcı. Milena'ya Mektuplar, okumaya değer çünkü ilk olarak sadece 3 kez yüzyüze görüşen iki kişinin nasıl olup da birbirlerine bu denli aşık olabileceklerini göstermesi açısından çok güzel. İkincisi, 41 yaşında veremden ölen Kafka'nın hayatının son birkaç yılında neler yaşadığını ve ruh halini göstermesi açısından çok güzel. Kafka'nın Milena'dan çok tahmin edilebileceği gibi kendini yiyip bitirmesine neden olan aşk duygusuna ve onun imkansızlığına aşık olduğunu göstermesi açısından güzel. Gizemli yazarın romanlarında çokça tanık olduğumuz ümitsizliğini, takıntılarını, çoğunu kendi kendine yarattığı çaresizliklerini, tıkanışlarını,dünyaya yabancılığını, hayatı boyunca çalıştığı ve nefret ettiği sigorta şirketinde yaşadıkları, odasının penceresinden gördükleri, depresif hallerini, kırık küçük umutlarını, kendiyle mücadelesini, ölümcül hastalığına bakış açısını, döneminin yazar çizerleri hakkındaki düşüncelerini, kadınlarla olan sorunlu ilişkilerini, kendisini sosyalleşmeye zorlayan; insanlarla ilişki kurma konusundaki beceriksizliğini ortaya koyan durumlara duyduğu nefreti, asosyalliğini, bencilliğini, kibarlığını, kendine olan güvensizliğini, kıskançlıklarını, küçük bir sinek hakkında düşündüklerini, aşık olunca çevirebileceği entirikaları, bir kadının tek bir sözüyle dünyanın en mutlu insanı olabilme saflığını, bir kadınla normal bir ilişki yaşayamayacağına ilişkin farkındalığını ve onu müthiş bir yazar yapan depresif, anlamsız garip, saçma hatta saçma sapan şahane takıntılarını ve kendi kendini mahkum ettiği güzelim (çekilmez) yalnızlığını göstermesi açısından okumaya değer. 

Son söz olarak, Mileya'ya Mektuplar'ı, Kafka'yı gerçekten çok seviyorsanız ve romanları yetmedi bir de mektuplarından onu daha iyi tanımak istiyorum ve ona müthiş romanlar yazdıran sefil hayatının ayrıntılarını bilmek istiyorum diyorsanız mutlaka okuyun. 

9 Kasım 2011 Çarşamba

Norwegian Wood - Haruki Murakami



Uzun bir süredir buraya yazmamamın sebebi hem eskisi kadar çok roman okuyamamamdan hem de okuduklarımın bana birkaç satır yorum yazacak şevki vermemesindendir. Norwegian Wood romanı verdiğim bu uzun arayı sonlandırmama sebep olan kitap. Baştan söyleyeyim dün bitirdiğim bu romanı çok beğendiğim için ya da zihnimde büyük bir yer ettiği için yazmıyorum. Bu roman akıcılığıyla bana yeniden düzenli roman okuma heyecanını yaşattığı için ve uzun bir aradan sonra keyifle İngilizce roman okuma şevkini verdiği için yazıyorum. 


Sözkonusu kitabın yazarı Haruki Murakami, Japonya'nın 20. yüzyıldaki en önemli romancıları arasında gösteriliyor ve başta ABD olmak üzere Türkiye de dahil pek çok ülkede geniş bir okuyucu kitlesine sahip. Ben Haruki Murakami'yle Norwegian Wood'la (Türkçe çevirisi "İmkansızın Şarkısı" ismiyle yayımlanmış) tanıştım. Bir yazarı tek bir romanıyla betimlemek belki yanlış ama ben Murakami ile ilgili ilk izlenimimi paylaşmak istiyorum. 1960'ların fonunda tutunamayan bir ergenin romanı olarak özetlenebilecek bu kitapta, yazarın basit, yalın bir dili var. Anlatımı sakin ve akıcı. Belki romanda geçen mekanları ve karakterleri ayrıntılarıyla betimlediğinden, belki bu akıp giden dilinden ötürü romanın içine girmek hiç de zor olmuyor. Ayrıca romana eşlik eden şarkılar, roman kahramanının sevdiği romanlar, sigaralar, yemekler, içkiler, çaylar ve yine şarkılar romanın geçtiği döneme daha kolay adapte olmanızı sağlıyor. 

Murakami, roman içinde, takıntılı olduğu bazı şarkıları ve bazı kitapları ısrarla belirtiyor. Bu da bende yine takıntılı bir romancıyla karşı karşıya kaldığım izlenimi uyandırdı. Aynı şarkı ve kitaplarla başka romanlarında da karşılaşacağımı hissediyorum. Bu bir yandan çok güzel bir his. Çünkü ben bazı romanlarda sırf romanın fon müziği olsun diye aranıp taranıp yapay biçimde romana eklemlenmiş şarkı ya da yazarlara karşılaştığımda rahatsız oluyorum. Ve bu romandaki samimiyeti alıp götürüyor. Romanla ilgili yorumlara göre, Murakami bu romanda kendi otobiyografisini yazdığı ve kendini tekrarladığı iddiasıyla özellikle Japon okuyucuları tarafından eleştirilmiş. Henüz başka bir kitabını okumadığım için bu konuda bir yorum yapamam ama ben de romanı okurken ergen kahramanımızın Murakami'nin kendisi olduğunu düşündüm. Bu kitap beni yazarın diğer romanlarını da okumam konusunda cesaretlendirdi. Bana göre en mühim katkısı bu oldu. Ben genellikle yeni keşfettiğim romancıların kitaplarını sırayla okumam Murakami'nin okumayı planladığım ikinci romanı sadece isminden ötürü "Kafka on the Shore". Yazarın ayrıca oldukça renkli bir web sitesi var, hem kitaplarıyla ilgili ayrıntılı bilgiye ulaşmak hem de yazarı tanımak istiyorsanız bu eğlenceli siteye buradan ulaşabilirsiniz.


Gelelim Norwegian Wood'a. Romanın konusu özetle, 1960'ların fonunda Tokyo'da bir üniversite yatakhanesinde ailesinden uzak yaşayan kitaplarla arası çok iyi olan biraz asosyal biraz özgüven yoksunu kendini bir loser olarak gören Toru Watanabe isimli bir üniversite öğrencisinin hikayesi. Romanda, Watanabe'nin gözünden intihar etmiş olan tek arkadaşının psikolojik sorunları olan kız arkadaşı ile üniversitede tanıştığı özgür ruhlu diğer bir kız arasında kalışı ve aşk üçgeni anlatılıyor. Roman kahramanı müziğe, edebiyata, içmeye meraklı kendine sık sık acıyan, depresif ve yalnız bir genç erkek. 60'ların Tokyosunu, gençlerin cinsel özgürlük arayışını, üniversite olaylarını, düşük yoğunluklu kapitalizm eleştirilerini ve sıkışmış Japon gençliğini her şeye uzaktan bakan roman kahramanın gözünden izlemek benim için çok keyifli oldu. Bir de genç insanların ölümle yüzleşmeleri, yaşadıkları pişmanlıklar, suçluluk duyguları, aşk acısı, kendilerini dünyanın merkezinde görüp her duyguyu sonunu kadar yaşamaları ve bunalımlarıyla ergen halleri gerçekçi bir biçimde aktarılmış. Kitabın gizli kahramanı ise Watanabe'nin elinden düşürmediği Amerikan rüyası düşüncesine karşı yazılan F. Scott Fitzgerald'ın The Great Gatsby romanı. 

Bu arada kitabın filmi de 2010 yılında çekilmiş. Henüz izlemedim ama okuduğuma göre filmi kitaptan daha çok beğenenlerin sayısı bir hayli fazla. Anh Hung Tran'ın yönetmenliğini yaptığı film imdb'de 10 üzerinden 6.5 puan almış. Son söz olarak bence kitap hayatınızda yeni bir sayfa açmayacak ya da zihninizde derin bir iz bırakmayacak olsa da okunmaya değer..

20 Ekim 2011 Perşembe

Başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma. Bütün kapılar kapansa bile, sonunda O sana kimsenin bilmediği gizli bir patika açar. Sen şu anda göremesen de, dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var. Şükret! İstediğini elde edince şükretmek kolaydır. Sufi, dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir. Şems-i  Tebrizi