16 Kasım 2012 Cuma

Oda - Emma Donoghue



New York Times gazetesi tarafından 2010'un en iyi 10 kitabından biri olarak gösterilen İrlandalı yazar Emma Donoghue'un Oda romanı, oldukça sarsıcı bir konuyu ele alıyor. Kitap, ABD'de üniversite eğitimi gördüğü sırada sapık bir adam tarafından kaçırılan ve 6 yıl boyunca "Oda" adını verdiği bir hücrede her türlü istismar ve şiddeti yaşayan 19 yaşındaki bir kadın ile bu süreçte tecavüzlerin neticesinde dünyaya gelen 5 yaşındaki Jack isimli oğlunun hikayesini ele alıyor. Romanda bu hikayeyi Jack'in ağzından dinliyoruz. 

İçerisinde bir küçük mutfak ve banyo dışında, tek kişilik bir yatak, masa, gardırop, halı ve televizyon bulunan 11 adımlık bir odada dünyaya gelen Jack, 5 yaşına kadar bu kare hücreden başka hiçbir şeyi tanımıyor. Küçük bir tepe penceresinden gördüğü gün ışığını Tanrı'nın ışığı olarak algılayan Jack, dış dünya için dış uzay tanımı yapıyor. Annesi Jack'e dışarıda başka hayatlar olmadığını söylediği için televizyonda gördüğü her şeyin ise kurgu olduğuna inanıyor. Televizyon insanlarının, ormanların, hayvanların, arabaların gerçek olmadığını düşünüyor. Annesi dışında gördüğü ya da duyduğu demek daha doğru olur tek insan ise onlara bu kötülüğü yapan Yaşlı Nick adını taktığı adam. Bu arada, bir yerden okudum Old Nick, şeytanın yaygın olarak kullanılan isimlerinden biriymiş. Kitabın bu kısmında hayatı bu küçük dört duvar olarak algılayan Jack'in gözünden günlük yaşama dair detaylar çok başarılı bir biçimde resmedilmiş. Roman genel olarak anne ve çocuk arasındaki sevgi ve inancın oluşturduğu kutsal bağı ele alıyor. Jack'in annesiyle bütünlüğü, sevgisi, onun bilgeliğine olan inancı, anne ile oğul arasındaki güçlü iletişim çok iyi bir anlatımla aktarılmış.

Kitabın bu kısımlarında; yazarın beş yaşındaki bir çocuğun gözünden ve onun ağzından hikayeyi çok başarılı, yalın ve akıcı bir anlatımla aktardığını düşünüyorum. Özellikle nesneleri sadece küçük çocukların yaptığı şekilde tanımlaması anlatımın inandırıcılığını artırıyor. 

Jack ve Anne'nin (tüm kitap boyunca bu kahramını sadece bu isimle okuyoruz) başarılı bir plan sonucunda bu hücreden kaçışlarının ardından yaşananların anlatıldığı kısmı ben genel olarak daha çok sevdim. Jack'in, bir hayal olduğunu sandığı gerçek dünyayla karşılaşması ve geçirdiği tüm şoklar, uyumsuzlukları, korkuları ve dünyayı keşfetme serüveni çok başarılı bir anlatımla aktarılmış. Kitabın bu kısmında modern dünyanın günlük yaşamının yüzeyselliğine, sıkıcılığına, sahteliğine, insanlar arasındaki korkunç iletişimsizliğe ve gerçeğin ta kendisi olan kurgusuna karşı yapılan ince eleştiriler hem de 5 yaşındaki küçük bir oğlanın ağzından çok güzel bir biçimde verilmiş. Kesinlikle hikayenin özüne zarar vermiyor ve mesajlar okuyucunun gözüne gözüne sokulmuyor. Bana göre kitabın en başarılı olduğu nokta da bu. Bu kısımlarda ayrıca, Jack'in anneyle iki ayrı birey olduklarını kabullenme konusunda yaşadığı sıkıntının da altı çiziliyor. Burada, beni rahatsız eden noktalar ise, diğer insanlar arasında geçen diyalogların aktarıldığı bölümler. Bu konuşmalar olduğu gibi sanki kasetten kaydedilmiş bir biçimde veriliyor. Burada, okuyucunun bu konuşmaların Jack'in ağzından aktarıldığına inanması çok güç.   

Çok sarsıcı ve ilginç bir konuyu ele alan ve best-seller olan bu kitap, edebi açıdan çok başarılı bir roman sayılmayabilir. Ancak böyle bir konu çok daha sansasyonel bir dille ele alınıp duygu sömürüsü yapan kitaplar sınıfına girebilirdi. Yazarın samimiyeti ve anlatmak istediği hikayenin özüne olan inancı ve titiz çalışması sonucu bu düzgün romanın ortaya çıktığını düşünüyorum.Ve tam da bu nedenle romanı tavsiye ediyorum.       




Bu arada, büyük ses getiren bu romanın yazarından da biraz bahsetmek istiyorum. 43 yaşındaki İrlandalı yazar Emma Donoghue'i ben ilk kez bu romanıyla tanıdım. Ancak University College Dublin'nin Edebiyat Fakultesi'ni birincilikle bitiren yazarın bundan önceki 6 romanıyla da hatırı sayılı bir okur kitlesi yakalamış. Romanlarında genellikle sıradışı konuları ele alıyor. Örneğin henüz Türkçe'ye çevrilmeyen "Kissing the old witch" romanında, masallardaki saf ve güzel prenses ile kötü kalpli üvey anne klişesini lezbiyen bir ilişkiye dönüştürerek yazmış. Yazar ayrıca akademik çalışmalarına Cambridge'de devam etmiş. Bu üniversitede 18. yüzyıl İngiliz romanında kadın erkek arkadaşlığı üzerine doktora yapmış.  

Son olarak, yukarıda Oda romanının konusuyla ilgili bilgilere yer vermiştim. Buradan romanın konusunun Avusturalya'da öz kızını 24 yıl boyunca hapsedip tecavüz eden ve ondan 7 çocuk sahibi olan Josef Fritzl olayıyla benzerlik taşıdığını siz de farketmişsinizdir. Donoghue, Guardian gazetesine verdiği röportajda bu benzerlikle ilgili olarak " Pek çok insan benim bu uğursuz olayı kullanarak para kazanma yoluna gittiğimi düşünebilir. Ben öyle olmadığını düşünüyorum. Kitabı okumadan kimse böyle olup olmadığını bilemez" diyor. Oda'nın Flitzl olayına dayandığını söylemenin çok güçlü bir iddia olduğunu savunan yazar, ancak bu olayın kendisini tetiklemiş olabileceğini de belirtiyor. 

12 Kasım 2012 Pazartesi

Kinyas ve Kayra - Hakan Günday




Kinyas ve Kayra, son bir yıldır takibe aldığım Hakan Günday'ın ilk romanı. Yazar bu romanı yazmaya lise yıllarında başlamış ve kitabı 23 yaşında tamamlamış. Yeraltı edebiyatının ilk örneklerinden sayılan roman, kendilerine Kinyas ve Kayra isimlerini takan iki yeni yetme serserinin hikayesini konu ediniyor. Kitapta, hayatlarına bir anlam katamayan ve birbirleri dahil her şeyden nefret eden iki kaybedenin zihinsel ölüme yolculukları esnasında başlarından geçenler anlatılıyor. 

Roman; Kinyas, Kayra ve Hayat, Kayra'nın Yolu ve Kinyas'ın Yolu isimli üç kitaptan oluşuyor ve toplamda 531 sayfa. En baştan söyleyeyim çok zor okunan bir kitap. Sonsuzluğa uzanan devrik cümleler, karamsarlığın tarihini yazan Günday aforizmalarının bombardımanı ve tekrarlar, tekrarlar... Okuduğum yorumlara göre, roman Hakan Günday fanlarının kutsal kitabıymış, bu yüzden ilk cümleden olumsuz şeyler yazmak istemiyorum. Ancak kitabın bazı yerlerinde bırakıp gitmek istedim, diğer yandan bazı kısımlar su gibi aktı, sonra yine afakanlar bastı. Bana göre dengesizliğin uyumunu gösteren bir roman bu. 

Romanın başkahramanları hayatın anlamsız bir hiçlik (anlamlı bir hiçlik tabii ki var) olduğunu düşünerek farklı yollardan zihinsel ölüme doğru yola çıkıyorlar. Bu yolculukta -hem gerçek hem de mecaz anlamda- bir insan evladının yapabileceği tüm kötülüklerin ya aktörleri oluyorlar ya da seyircileri. Uyuşturucudan, beyaz kadına, cinayetten, şantaja, hırsızlıktan, kaçaklığa her türlü haltı yiyorlar. Kinyas ve Kayra zıt iki karakter aslında ancak aynı yolun yolcusu oldukları için hayatta en çok biribirlerini anlayabiliyorlar. Bu yazıyı yazmadan önce TDK'dan baktım Kayra yüksek tutulan birinden gelen iyilik, lütuf ve ihsan anlamına geliyor. Ancak Kayra, bitmez tükenmez bir şiddet eğilimi olan, vurdumduymaz, uykucu, çirkin ve çekilmez bir adam. Kinyas ise Kin ve Yas kelimelerinden türetilmiş bir isim. Bu kahramanımız ise yakışıklı, oldukça kırılgan, naif ve uykusuzluktan bitap düşmüş bir adam. Zıtlık ve denge demiştim daha önce galiba. Yazarımız gözümüze gözümüze sokmuş bunu kitapta daha karakter isimlerinden başlayarak. İnsanlıktan çıkmış birbirinin tersi bu iki kafadar yaşama karşı olan öfkelerinde birleşiyorlar ve biribirleri için vazgeçilmez oluyorlar. 

Hayatla savaştaki yolculuklarında Türkiye'den, Afrika'ya oradan da taa Kuzey Amerika'ya kadar yol alıyorlar. Günday'ı erkek karakterler oluşturmakta çok başarılı bulduğumu daha önceki yazılarımda da söylemiştim. Bu kitapta da bu durum değişmiyor. Ana karakterleri hem fiziksel olarak hem de yaşadıkları tüm bunalımlar, iç hesaplaşmalar ve diyaloglardaki gerçekçilikle ete kemiğe büründürmekte çok başarılı yazarımız. Ama ah o aforizmalar olmasa ya da en azından bu kadar çok olmasa, hayat çok daha güzel olabilirdi. Kitabın anlatımı bir ilk kitap için oldukça başarılı aslında ama kurguda acemilikler, özellikle son kısımda hikayeyi bağlama kaygısı hemen göze çarpıyor. 

Bu arada, Günday'ın okuduğum diğer iki kitabında da olduğu gibi bu kitapta da gerçek kişiler karşımıza çıkıyor. Bu kitaptaki sürpriz ise yazarımızın kendisi.

Anlatım, kurgu ve hikayeyle ilgili daha fazla itirazım var aslında ama bu kadarı yeter sanırım. Kinyas ve Kayra'da beni etkileyen şey ise romanın ya da yazarın mı demeliyim samimiyeti. Asi ilk gençlik yıllarında okunsa belki başucu kitabı bile olabilir. Sonuçta yazarımız da bu kitabı yazmaya ergenlik yıllarında başlamış. Kaç kişi 17 yaşında böyle bir hikaye kaleme alabilir ki. Romanın sadece samimiyeti nedeniyle bile okunmaya değer olduğunu düşünüyorum. İlk seferin günahı olmaz derler.

10 Kasım 2012 Cumartesi

Yedinci Gün - İhsan Oktay Anar



 İhsan Oktay Anar'la ilgili bir iki cümle yazmak bile ödümü patlatıyor. Yanlış bir şeyler yazarım da çarpılırım diye korkuyorum. Zira ilk kitabından bu yazıya konu olan kitaba kadar yazdığı her şahane satırla beni kendine hayran bırakan usta bir yazarla ilgili kelam etmek çok ama çok zor. Hele de benim gibi fanatik bir hayranı için. Zengin bilgi birikimi, müthiş anlatım yeteneği ve eşsiz hayal gücüyle büyüklere masallar anlatan Anar'ı soluksuz okuyorum çoğu kez. Bir yazar her kitabında nasıl olur da birbirinden bambaşka meseleleri, başka dünyalardan gelen karakterleri aslında okunması güç, günlük hayatta nadiren rastlanılan Osmanlıca kelimelerle bezeli usta bir dille, bambaşka dünyalar yaratarak aktarabiliyor? Tarihin değişik dönemlerinde yaşayan sıradan insanların çoğu zaman sıradışı hayat öyküsünü sanki o hayatlara tanıklık etmişçesine nasıl anlatabiliyor? Anlaması çok güç. Ustalık böyle bir şey olsa gerek... Sadece üsluptaki ustalık da yetmez tabi ki, araştırmacı romancılık da tastamam böyle bir şey. 

Yedinci Gün'ü, diğer tüm Anar hayranları gibi ben de müthiş romanı Suskunları yayımladığı 2007'den beri heyecanla bekliyordum. Bu arada, yazarımızın tüm romanları harika ama benim için Suskunlar bir numara, ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası ise iki numara. Sözü daha fazla uzatmadan Yedinci Gün'le ilgili düşüncelerimi aktarmak istiyorum. Roman; Baba, Oğul ve Hayalet başlıklı üç bölümden oluşuyor. Bu başlıklardan kolayca anlaşılacağı gibi kitapta semavi dinlere ilişkin pek çok referans yer alıyor. Kitabın ismi olan Yedinci Gün de açık bir dini gönderme içeriyor. Bilindiği gibi Tevrat, İncil ve Kuran-ı Kerim'e göre Allah'ın dünyayı 6 günde yaratıp 7. gün ise dinlendiğine inanılıyor. Zaten Anar da kitabını "Artık yoruldum ve dinleneceğim, siz de öyle yapın" cümlesiyle tamamlıyor. Kitabın son bölümünde ise yine kutsal kitaplarda bahsedilen Yedi Uyurlar yer alıyor.

Romanın ilk bölümü "Baba" da  ana öykü II. Abdülhamit dönemi İstanbul'unda geçiyor. İlk sayfalarda padişahın bir sivri sinekle mücadelesinin aktarıldığı bir kısım var ki yarattığı atmosferle okuyucuda dakika bir gol bir hissi yaratıyor. Sadece o birkaç sayfa bile Anar'ın kendine özgü masalsı anlatımını gözler önüne seriyor. Yedinci Gün'de yazarın diğer romanlarında karşılaştığımız Uzun İhsan (!) karakteri yer almıyor belki ama baba olarak bahsi geçen ana kahramanımızın ismi İhsan Sait. Sinsi, kurnaz ve bilime meraklı bir karakter olan İhsan Sait, gelecekten Döjira isimli çok güzel bir kadından aşk mektubu alıyor ve olaylar olaylar... Hayattaki tek amacı gelecekteki sevgilisi Döjira'ya kavuşmak olan İhsan Sait bir zaman makinası keşfetmek için her türlü yolu deniyor. Evet, bu romanda da yazarımız bir icada yer veriyor. Bana göre buradaki ustalık Osmanlı'nın bahsi geçen döneminde yaşamış bir mühendis ya da biliminsanının ağzından icadı anlatması. Bunun nedeni sadece o dönemi bilmesi, o dönemde kullanılan bilimsel terimleri kullanması falan değil, sanki kendisi tarihin o döneminde yaşayan bir mühendismiş gibi bu icadın keşfedilme öyküsünü ayrıntılı bir biçimde anlatması.  




"Oğul" bölümünün ana karakteri ise İhsan Sait'in oğlu olduğunu iddia eden dünyevi tüm zevklerden arınmış, saf bir Anadolu çocuğu olan Ali İhsan. Burada hikayemizin tarihi arka planı ise Osmanlı'nın son dönemi ile Kurtuluş Savaşı yılları. Oğul'da savaşlar ve yoksunluk döneminde bir asker olan Ali Sait'in maceraları aktarılıyor. Ruslarla yapılan savaşa katılan Ali Sait, Sarıkamış felaketine referans verilen çetin kış koşullarının yaşandığı günlerde her şeyden yoksun kalmış, yorgunluk, açlık ve yoğun kar yağışı nedeniyle kahraman olmaya bile mecali kalmayan bir birlikte vatanı için mücadele veriyor. Kitabın bu kısmı ilk bölüme göre hem daha durağan hem de daha az sayıda karakter içerirken, dönemin atmosferini çok zengin bir anlatımla aktarıyor.   

Romanın son kısmı olan "Hayalet" te ise karşımıza İdris Amil adında yeni bir kahraman çıkıyor. Cumhuriyet'in ilan edildiği ilk yıllarda geçen hikayede, ideal bir Türk insanını temsil eden şaşkın karakterimiz İdris Amil'le yazar yukarıdan inme ideal Türk kimliği yaratma çabalarıyla o kadar tatlı bir dille kafa buluyor ki, bölümün hemen hemen tüm sayfalarını yüzünüzde hafif bir gülümseme ile okuyorsunuz. Sonra da tüm bu olaylar İzmir'de felsefe alanında akamisyen olan yazarımızın müthiş hayal gücüyle bağlanıveriyor. Bu arada, Anar'ın romanlarında zaman benim burada aktardığım gibi doğrusal bir biçimde ilerlemiyor, sonsuzluğa uzanan dairesel hareketlerle akıyor. 

Kısacası bu kitapta bencil bir adamın aşk serüveni var, icat var, usta bir mizahçının aktarımıyla Osmanlı'nın son dönemi ile Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşanan günlük hayat var, dini referanslar var, savaş var, baba var, oğlu var... Var da var. İzmir'de felsefe alanında çalışan bir akademisyenin kaleme aldığı bu romanda diğer tüm romanlarında olduğu gibi halka halka hikaye ve fikirler karnavalı var. Çok yüzeysel okuduğunuzda bilime meraklı sinsi bir aşığın hikayesini görüyorsunuz, bir halka derine indiğinizde Osmanlının son döneminin atmosferine ve birbirinden acayip karakterlerine tanıklık ediyorsunuz, bir halka daha derinde dini göndermeler üzerine düşünüyorsunuz, bir halka ilerleyince Cumhuriyetin ilk yıllarında yaratılmaya çalışan ulus bilincine ulaşıyorsunuz, vs... Benim bilgi birikimim ve zeka düzeyim burada aktardıklarım kadar halkaya ulaşmama izin verdi. Ama benim farkedemediğim kim bilir daha ne derin halkalar var. Zira, okuduğum her satırda benden kat be kat zeki ve entellektüel bir yazarla karşı karşıya olduğumun bilincindeydim. Belki çok kolay okunan bir roman değil, sayfalar su gibi akıp gitmiyor, pek çok yerde ben burada bir şeyler kaçırıyorum, tam anlamadım hissine kapılıyorsunuz ancak bu kitap harcayacağınız her dakikayı fazlasıyla hak ediyor. Yedinci Gün'ü tabii ki ve şiddetle tavsiye ediyorum. Kim bilir siz okurken daha ne halkalar keşfedeceksiniz?

9 Kasım 2012 Cuma

Kahperengi - Hande Altaylı





Kahperengi, Hande Altaylı'nın Aşka Şeytan Karışır ve Maraz'dan sonra üçüncü romanı. Bu roman, ilk olarak çok satanlar listesinde gördüğümde ilgimi çekti ve biraz gecikmeli olsa da okudum. Yazarımızın diğer iki romanını okumadığımdan genel edebi kimliği ile ilgili bir yorum yapamam ama bu kitap üzerine bir kaç kelam etmek isterim. 

Roman, Ege'nin küçük bir kasabasının çok yoksul ve ahlaki açıdan da sefil bir mahallesinde dünyaya gelen Narin isimli bir genç kadının hikayesi. Kitap, bir bölüm Narin'in çocukluğunun anlatıldığı geçmişi, bir bölüm yetişkinlik evresinin hikaye edildiği şimdiki zaman olmak üzere karışık (!) bir kurguyla yazılmış. Başkahramanın geçmişinin anlatıldığı bölümlerde Narin'in kasabada sevgisizlik, iletişimsizlik ve nefretin başrolde olduğu ilk gençlik yılları anlatılıyor. Ağır Roman'da Kolera Mahallesi'ni hatırlayanlar için Narin'in dünyaya geldiği mahalle Kolera'nın çok daha sevimsiz bir versiyonu. Aslında yazarımız bu mahalle ile ilgili kısımları çok yüzeysel anlattığı için kitapta Narin'in tüm hayatında iz bırakan mahallesi ile ilgili ayrıntılı bir bilgimiz olamıyor. Ne Narin'in büyüdüğü ev ya da komşuları, ne de mahallenin sokakları okuyucunun gözünde canlanıyor. Ancak Narin karakteri başarılı bir biçimde çizilmiş, ete kemiğe bürünmüş olarak okuyucunun gözünde canlanabiliyor. Öte yandan, ahlakın yerlerde süründüğü, insanların yoksulluk ve yoksunluk nedeniyle en vahşi ve ilkel duygularını açığa vurduğu bu mahallede herkesin deyim yerindeyse İstanbul Türkçesi ile konuşmaları beni bir okuyucu olarak rahatsız eden unsurların başında geliyor. 

Kitabın bu bölümlerinin hikayesi aslında klişelerle örülü. Mahallenin en yakışıklı ve edepsiz erkeklerinden Moskof Recep ile ailesi zengin olduğu için "yırtarım" düşüncesiyle evlendiği çirkin mi çirkin Kara Hatice'nin üç çocuğundan en asi olanı olarak dünyaya geliyor Narin. Ebeveynler yüzeysel bir biçimde aktarıldığından bazı davranışları neden yaptıklarına anlaşılamıyor. Misal babasına neden Moskof lakabı verilmiş?  Bu kısımlarda, ilk aşkında yaşadığı çirkin tecrübe ve hayalkırıklığı, babasının sevgisizliği, kardeşlerinin zayıflığı, acımasızlığı ve annesinin ezikliği nedeniyle nefret ettiği ortamdan kaçış öyküsü anlatılıyor. 

Kitabın şimdiki zamanda geçen bölümlerinde ise, Narin'in üniversiteyi kazanarak kaçtığı İstanbul'daki yeni hayatı bir başarı hikayesi olarak adlandırılabilecek bir tarzda aktarılıyor. Kimsesiz bir ergen olarak geldiği İstanbul'da Narin'in sadece kendi seçimlerinden oluşan yeni ve başarılarla dolu hayatı, zengin ve eğitimli çevresi, dostlukları ve başarılı iş yaşamının hikayesi anlatılıyor bu kısımlarda. Olayların düğüm noktası ise bu yeni hayatında apansızın karşısına çıkan ilk aşkı ile unutmaya çalıştığı geçmişinin izlerinin ortaya çıkışı yani kırık bir aşk serüveni...Yazarımız şehirli bir romancı olsa gerek bu kısımlardaki üslubu ve ifadeleri daha gerçekçi.

Romanın edebi açıdan doyurucu olduğu söylemek pek mümkün değil. Zira, yaratıcı ve zengin bir anlatımı olmadığı gibi daha önce de değindiğim gibi bazı diyaloglar çeviri Türkçesi izlenimi veriyor. Ancak buna rağmen kitap anlatımdan öte hikaye odaklı olduğu için; plajda, otobüste veya sıkıcı bir derste bir solukta okunabilecek kadar sürükleyici.

Sözün kısası Kahperengi, kafasını boşaltmak isteyen roman kurtları için kısa sürede okunabilecek kesinlikle sıkıcı olmayan, kolay okunan ancak çok da iz bırakmayan orta kalitede bir Türk dizisi hikayesi... 

31 Temmuz 2012 Salı

Sultanı Öldürmek - Ahmet Ümit



Ahmet Ümit'in bir kez daha tarihi olayları kurguyu harmanladığı polisiye romanı "Sultanı Öldürmek" şu çarpıcı cümleyle başlıyor:

"Biri sizi cinayet işlemekle suçladığında deliller bulur, tanıklar gösterir, bunun bir iftira olduğunu kanıtlamaya çalışırsınız, ama sizi itham eden kişi, bizzat kendinizseniz, ne yaparsınız?"    

Ahmet Ümit, bu 511 sayfalık uzun romanında soyu Osmanlıya dayanan Osmanlı Tarihi ve özellikle Fatih Sultan Mehmet üzerinde uzman profesör Müştak Serhazin'in 21 yıl beklediği eski sevgilisi dünyaca ünlü tarihçi Nüzhet'in ölümüyle yaşadığı büyük çelişkiyi anlatıyor. Müştak'ın büyük aşkı Nüzhet, 21 yıl aradan sonra bir gün ansızın kahramanımızı arayıp akşam yemeğine davet ediyor. Ancak Nüzhet aynı gün esrarengiz bir biçimde cinayete kurban gidiyor. Evet, onu son gören kişi ise akşam yemeği daveti ya da belki onu öldürmek için evine giden Müştak. İşin ilginç yanı müzmin bir kaybeden olan Müştak hoca psikojenik füg hastası yani bir tür kısa süreli hafıza kaybı hastası olduğundan ve cinayet saatlerinde de bu hastalığı nüksettiğinden katilin kendisi olup olmadığını bilmiyor.Tarihi- polisiye roman işte Serhazinlerin son temsilcisi Müştak'ın cinayetin ardınan başından geçen 4 upuzun günlük maceralarını anlatıyor. 

Kitapta ünlü profesör Nüzhet Hanım'ın cinayetine paralel olarak İstanbul'u feth eden Fatih Sultan Mehmet'in ölümüyle ilgili şüpheler de aktarılıyor. Bu ünlü tarihi şahsiyet de kitabın güçlü karakterlerinden biri. Sultanı Öldürmek; gizemli entrikaların yaşandığı Osmanlı hanedanının en güçlü padişahlarından II. Mehmet'in zorlu iktidar macerasına ve hüzünlü aile hayatına da ışık tutuyor. Sahi, Fatih'in ölümü bir saray entrikası mı? Bu anlamda Ahmet Ümit, Türk edebiyatına daha önceki bir kaç romanında da olduğu gibi yine tarihin çok merak edilen bir dönemi ile günümüzde yaşanan bir cinayeti birleştirerek belki tarihi- polisiye diyebileceğimiz bir roman daha kazandırıyor. Eminim polisiye roman sevenler, kitaptaki bu tarihi olaylara ilişkin çözümlemelerden rahatsız olmuştur ancak bana göre romanın en doyurucu kısımları bu bölümler. Özellikle İstanbul'un fethinin anlatıldığı upuzun bölüm ile Fatih'le Müştak'ın buluştup konuştuğu kısımlar bence nefisti. 


Ahmet Ümit'in, aşk-cinayet-tarih-baba katilliği karışık kurgusuyla kaleme aldığı bu romanda benim en çok dikkatimi çeken unsur; diğer romanlarına kıyasla psikolojik çözümlemelere ağırlıklı olarak yer vermesi ve bunun altından da başarıyla çıkması. Misal, Müştak Hoca'yı hem ete kemiğe bürünmüş haliyle hem de aşırı duygusal kişiliğiyle okur kolayca gözünde canlandırabiliyor. Cinayetin ve tüm romanın kendini katil zanneden baş kahramanın gözünden anlatılması da kitaba ayrı bir tat katıyor. Bu arada, kitapta cinayeti araştıran polisler de tanıdık. Yazarın daha önceki 3 romanından aşina olduğumuz sevimli cinayet büro çalışanları Nevzat Başkomiser, Ali ve Zeynep.

Kitapla ilgili olumlu bunca kelam ettikten sonra gelelim olumsuz eleştirilere. Ben sıkı bir polisiye okuru değilim. Hatta polisiye romandan çok da anladığımı söyleyemem fakat, bu romanın cinayet çözümlemesinde boşluklar bulunduğu ve pek çok soru işaretine neden olduğu aşikar. Ben bile Sultanı Öldürmek romanının iyi bir polisiye olmadığını söyleyebilirim. Katili tahmin eden bir okuyucu var mıdır bilemem ama katili öğrendiğimde büyük bir şaşkınlık yaşadım. Ne cinayet sebebi, ne katil,ne diğer zanlılarının cinayet saatinde yaptıkları inandırıcı geldi. Öte yandan, cinayetle ilgili ayrıntı vermek istemiyorum ama olay örgüsünde boşluklar ve mantık hataları da göze çarpıyor. Buna ek olarak, kitap bir bütün olarak ve tarihi gerçek olayların aktarıldığı kısımlar da özelinde biraz fazla uzun geldi. Hani kitaptan bir 70-80 sayfa atılsa daha iyi olabilir gibi. Zira, yazar akıcı ve kolay okunan anlatımına rağmen sık sık tekrara düşüyor. Bu da özellikle cinayet meraklısı okurlar için sabırsızlık yaratmış olabilir. 

Sözün kısası, ben bu yaz da geleneğimi bozmadım ve bir Ahmet Ümit kitabı okudum. Aşırı sıcakların neden olduğu rehavet anlarında, okuyucuyu yormayan, akıcı, merak uyandıran bu tarz Ahmet Ümit romanları çok iyi gidiyor bana göre. Tavsiye eder miyim? Neden olmasın? Gayet keyifli bir roman...

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Sinek Isırıklarının Müellifi - Barış Bıçakçı


Sinek Isırıklarının Müellifi.. Kısa, özlü, yoğun bir anlatımıyla son dönemde popüler olan aforizma yükü romanlara inat sade üslubuyla dikkati çeken, "olaylar olaylar" yığını olan roman anlayışına yüz vermeyen, tadı şiirsel ayrıntılarda gizli, naif bir Ankara romanı. 2011'de yayımlanan Barış Bıçakçı'nın son romanı olan Sinek Isırıkları'nın Müellifi, toplu konutta yaşanan tekdüze hayata, can sıkıcı hayatını anlamlandırmaya çalışan bir yazara, can sıkıntısının ta kendisine, aşka ve günümüz edebiyat anlayışına dair gösterişi sadeliğinde olan bir kitap. 

Beni karamsar ruh halini, yaşamın can sıkıcılığını Kafkavari anlatımıyla vuran bir yanda Oğuz Atay diğer yanda da Ahmet Hamdi Tanpınar tadı veren ama yanlış anlaşılmasın hem anlatımı hem kurgusu hem de diliyle kendine özgü olan güzel mi güzel bir roman bu. Romana ilişkin ayrıntı vermeden önce benim gibi bilmeyenler için "müellif" kelimesinin anlamını aktarmak istiyorum. TDK'ya göre "müellif"; kitap yazan, bir eseri ortaya koyan, eserin sahibi kimse yani yazar anlamına geliyor.

İletişim Yayınları'ndan çıkan 166 sayfalık bu romanın baş kahramanı hayata en başından kaybeden olarak gelmiş, başarısız bir yazar olan Cemil. Otuzlu yaşların ortasında pek çok insanının hayallerini süsleyen parlak bir mühendislik kariyerine nokta koyup, Ankara'nın bir toplu konutunda 1+1 bir evde doktor karısıyla sade bir hayat yaşayan Cemil, yayımlanması için İstanbul'daki bir yayınevine bıraktığı ilk romanına ilişkin güzel bir editörün değerlendirmesini bekleyen karamsar bir yazar. Sinek Isırıklarının Müellifi bana göre şahane bir bekleyiş romanı. Beklemenin bir umut olduğunu -kimi zaman da bir hayalkırıklığı-, hayatın anlamı olduğunu, bekleyen ve beklediğine sahip olduğunun çok üzerinde bir anlam yükleyen bireyin yaşadığı çelişkileri ve beklemenin belki de hayatın anlamı olduğunu aktaran bir roman.

Barış Bıçakçı, Cemil karakterini fiziksel özelliklerine çok fazla değinmemesine rağmen o kadar güzel resmetmiş ki okuyucu Cemil'i ete kemiğe büründürüp gözünde canlandırabiliyor. Bu roman sadece bu özelliğiyle bile çok başarılı bir kitap. Cemil'in karısı Nazlı ile yaşadığı aşka ve genel olarak aşk olgusuna bakış açısı yönünden değerlendirildiğinde ise bu kitap için bir aşk romanı da diyebiliriz. Diğer yandan, kitabın bazı bölümleri Cemil'in İstanbul'daki editörle hayalinde yaptığı diyaloglardan oluşuyor. Bu bölümlerde günümüz edebiyat anlayışı üzerine çok yönlü ve yoğun bir eleştiri getirmesi açısından da büyük bir önem taşıyor.

Kitaba ilişkin pek çok yorumda da altı çizildiği gibi bu romanının en güçlü yönlerinden bir diğeri de sıradan bir insanının oldukça sıkıcı günlük yaşamına ilişkin küçük ayrıntıların çok başarılı bir biçimde aktarılması. Bu açıdan kitap güzel bir ayrıntılar romanı.  

Sözün kısası, Barış Bıçakçı son dönemde beni en çok heyecanlandıran ve uzun zamandır hasret kaldığım keyifle roman okuma hissini yeniden canlandıran takip edilesi bir yazar. Sinek Isırıklarının Müellifi'ni şiddetle tavsiye ediyorum.

12 Mart 2012 Pazartesi

Rüyanın Öte Yakası - Ursula K. LeGuin



Ursula K. LeGuin'in nedendir bilinmez Türkçe'ye geç çevrilmiş Rüya'nın Öte Yakası romanı Freud'un tüm iyi niyetli çabalarına rağmen bir türlü anlamlandıramadığımız gizemli hayatımız rüyalara ilişkin pek hoş bir roman. Usta-sıradışı anlatımı ve ele aldığı konulara getirdiği özgün yorumlarla dünya çapında çok sayıda sıkı takipçisi bulunan LeGuin bu romanında, canlı ve cansız her varlık  yani "herşey rüya görür" önermesinden yola çıkıyor. Ama kırılma noktası, görülen ve sadece gören kişinin bilinç altını yansıtan bu rüyaların bir gün gerçek olması. Yani birinin ya da belki herkesin gördüğü rüyalarla tüm insanlığın ve tüm kainatın kaderini değiştirip, şekillendirme gücüne sahip olması. Her an dünyanın bir yerinde görülen bir rüyaya göre tüm varlığın yeniden ve yeniden hayat bulması.  

Bu ilginç konuyu ele alan romanda, kahramanlarımız anormal derecede normal olan George Orr adında bir teknik ressam ile kusursuz bir dünya yaratma hevesindeki hırslı bir biliminsanı olan Dr. Haber. İlki vasat bir insan olduğunu ve vasat bir hayat yaşama dileğini sık sık dile getiren ve dünyayı iyi-kötü tüm yanlarıyla kabullenip olduğu gibi yaşamak isteyen ultra sıradan bir genç adam. İkincisi ise rüyaların sırrını keşfetmek için bir cihaz üzerinde çalışan; kendi zihnindeki ideal dünyanın en güzel seçenek olduğunu düşünen ve kusursuz dünya yaratma hevesine kapılan bir psikiyatrist. Birbirine tamamen zıt bu iki karakterin yolu George'un yasadışı olarak ilaç kullanma suçuyla zorunlu tedavi görme cezası almasıyla keşişiyor. 

George'u yasadışı yollarla ilaç almasına sebep olan ise gördüğü rüyalar. George, kendi tanımıyla çok tehlikeli rüyalar görüyor. "Etkili rüyalar" diye adlandırılan bu rüyaların özelliği bir anda tüm kainatın gerçekliğini George'un bilinçaltının isteği şekilde yeniden kurması. Ve bunu her etkili rüyada yeniden ve yeniden yapması. Her rüya ile dünya yani tanımlanabilen tüm gerçeklik yeniden kuruluyor, bir önceki hiç ama hiç yaşanmamış oluyor. Önceki tüm varoluşları ise bir tek kahramanımız büyük bir vicdan azabı ile hatırlıyor. Ve sonrasında da George'u tedavi etmekle görevlendirilen Dr. Haber. George, bu yeteneğinden kurtulmak istiyor çünkü sıradan varoluşuyla tüm kainatın gerçekliğini değiştirmeye hakkı olmadığını düşünüyor. George'a göre, kader, yazıldığı gibi yaşanmalı, dünya olduğu gibi durmalı. Ancak Dr. Haber, kahramanımızla aynı fikirde değil. Doktor, George'un bu yeteneğiyle dünyadaki tüm kötülükleri yok edip kendi kusursuz dünya düzenini kurma hırsıyla yanıp tutuşuyor. Roman, "yeni ve kusursuz bir dünya düzeni" yaratma hevesiyle Tanrıcılık oynamak isteyen Dr Haber ile varlığın kaderini değiştirme hakkı olmadığını düşünen sıradan insanın çatışmasını ele alıyor. 



Ursula K. LeGuin bu romanında bir taraftan gerçeklik-rüya karşılaşmasını ve bilinçaltı dünyasının gizemini ele alırken bir taraftan da belki biraz üstü kapalı olarak dünya üzerindeki belki en ciddi sorunların başında gelen iletişimsizliği sorguluyor. Verdiği mesajlar da derin felsefi boyutları olmasının yanı sıra oldukça tutarlı. Örneğin, doğru ve yüce olanı isterken kullanılan araçların ne denli önemli olduğunu vurguluyor. Bu noktada da doğru iletişimi kastettiğini söyleyebiliriz aslında. LeGuin'e göre, doğru olan yanlış araçlarla istenirse çok daha büyük felaketlere yol açabilir. Yani en masumundan "dünyada savaşlar olmasın" dileği doğru iletişim kanalıyla ve doğru araçlarla istenmezse dünyadaki savaşların sadece mekan değiştirip uzaya taşınmasına neden olabiliriz. 

Bu arada, LeGuin'in romanda okuyucuyu hiç rahatsız etmeden çok naif ve ince bir tarzla yaptığı göndermeler de çok şık.  George Orr'un hem isim hem de bir kaç söylemiyle George Orwell'a selam durması, Dr. Haber'in Habermas'ın yandan yemişini oynaması... Son dönemde gönderme yapma konusunda birbiriyle yarışan Türk yazarların LeGuin'i bu konuda örnek alması gerektiğini düşünüyorum.

Son olarak, Rüyanın Öte Yakası romanını tabii ki ve şiddetle tavsiye ediyorum.

28 Şubat 2012 Salı

L'amour et des poussières - Clémence Boulouque


Türk ve dünya edebiyatında genç romancı keşfetme serüvenim devam ediyor. Son keşfim 30'lu yaşlarının başında, New York'ta yaşayan Fransız yazar Clémence Boulouque. Henüz romanları Türkçe'ye çevrilmedi ama ismini Orhan Pamuk'un Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldıktan sonra Le Figaro gazetesi için Pamuk üzerine yazdığı yazı vesilesiyle duymuş olabilirsiniz. Son dönemde Marc Levy gibi popüler Fransız yazarların kitapları Türkiye'de büyük ilgi görüyor. Belki yakın zamanda Boulouque'un kitapları da Türkiye'de yayımlanabilir. Bir ön bilgi benden. 

Ben Boulouque'un sadece bu yazıya konu olan L'amour et des poussières kitabını okudum. Kitapta mutluluğun peşinde koşan kenti modern bir kadının portresi çiziliyor. Başkahraman Dora, genç bir Fransız fotoğrafçı. Dora hem zor geçen çocukluğuyla arasına mesafe koymak hem de Yahudilik üzerine yaptığı akademik çalışmayı sürdürmek için New York'a yerleşiyor. Dora, kendisini tüm zayıflıkları, farklılıkları ve sorunlarıyla henüz kabullenememiş, naif bir genç kadın. Başlangıçta New York'taki yaşamı, hayalini kurduğu gibi gelişiyor. Yahudilik üzerine yürüttüğü akademik çalışması hayranı olduğu süper zeki Profesörü Steve'in rehberliğinde büyük bir keyifle devam ederken, bir arkadaş toplantısında kendisi gibi Yahudi olan astrofizikçi Ari ile tanışmasıyla yeniden sendelemeye başlıyor. Dora ile Ari romantik bir aşka yelken açıyorlar. Ari, güçlü bir erkek, her zaman mantığını ön plana alan, romantik ve koruyucu. Dora tüm zayıf noktalarını, çocukluğuna dair tüm tramvalarını, daha önceki aşklarında yaşadığı hayalkırıklıklarını kısacası tüm yaralarını açıyor Ari'ye. Ari ise zeki bir pozitif bilimci olarak Dora'yı tüm kötülüklerden koruyacak, zayıflıklarını tamir edecek güçlü kahramanı ilan ediyor kendini. Ancak zamanla, Dora'yı koruma kılıfı altında zayıflıklarından faydalanan ve onu manipüle ederek üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan bir diktatöre dönüşüyor. Bu hikaye aslında günümüz kentli kadınları için çok tanıdık. Gücünün farkında olmayan kadınların, o gücün farkına varan ve kendi zayıflıklarını daha iyi örtme çabasıyla kadının güçsüzlüklerinden nemalanan rahatsız erkeklerle yaşadığı sorunlu aşkların hikayesi.

 Clémence Boulouque

Yazarın kendi hayatından da pek çok unsuru içeren bu roman, akıcı bir dille yazılmış. Zira trajik bir hayatı olan bir hukukçunun kızı olan yazarımız, France Culture ve Le Figaro'da edebiyat eleştirmeni olarak başlamış kariyerine. Edebiyatına yoğunlaşmak ve Yahudilik üzerine yürüttüğü çalışmayı sürdürmek için ise New York'a yerleşmiş. Belki de kendinden yola çıktığı için başkarakter Dora'yı tüm arızalı yönleriyle başarılı bir biçimde resmetmiş. Ama erkek karakterlerle ilgili aynı şeyi söylemek mümkün değil. Dora'nın tez danışmanı olan Steve, öğretmenine hayran olan liseli genç kız gözünden aktarılmış gibi. Belki Dora'nın gözünden anlatıldığı için böyle klişe bir dahi profesör portresi çizilmiş olabilir. Ancak Ari karakteri kesinlikle yüzeysel kalmış. Bu kahraman kişiliğindeki tüm arızalarla çok daha iyi işlenip, derinleştirilebilirdi. Buna rağmen, L'amour et des poussières kolay okunan, akıcı, düzgün bir roman.

Bu arada, Boulouque'un ses getiren diğer romanı ise Mort d'un silence. Bu romanda yazar, 1986'daki terör saldırılarının ardından anti-terörist yargıç olarak anılan ve üzerindeki yoğun baskılara dayanamayıp 1990'da ihtihar eden babasını ve ailesinin o dönemde yaşadığı sıkıntıları anlatıyor.   

5 Ocak 2012 Perşembe

Can - Andrey Platonov


  
Asya Çölü'nde Sarıkamış, Üst Yurt ve Amuderya deltası dolaylarında yaşayan göçebe bir halkın adı Can. Peki neden? Çünkü Can "ruh ya da tatlı hayat anlamında. O halkın ruhundan ve kadınların, anaların ona bağışladığı tatlı hayatından başka hiçbir şeysi yoktu- halkı doğuran analardır çünkü". Bir de Rusça'da toprak sahipleri için hayvanlardan bile daha ucuza gelen, yüreği yani vücudundan başka hiçbir şeye sahip olmayan toprak kölelerine verilen isim. Can halkı Türkmenler, Karakalpaklar, Özbekler, Kazaklar, İranlılar, Kürtler ile Belucilerden ve kimliğini unutmuşlardan, kaçaklardan, yetimlerden, yaşlı kölelerden, kocalarını aldatan kadınlardan, tanrıtanımazlardan, suçlulardan yani herkesin dışladığı insanlardan oluşuyor. 

Yirminci yüzyıl Rus edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak gösterilen Andrey Platonov aynı isimli bu kısa romanında bu halkı anlatıyor. Can, Rusya steplerinde sosyalizm bir yana Marx, Lenin, hatta Stalin'e bile yabancı, hangi çağda, hangi topraklarda yaşadıklarından habersiz, başka topraklarda yaşanan hayatları umursamayan bu halka Çagatayev isimli iyi kalpli, romantik başkahramanın Sosyalizm götürme macerasını anlatıyor. Yazar Platanov, kendisi de Can halkının bir ferdi olarak dünyaya gelen, Stalin'i babası olarak gören ve Sosyalizm sayesinde Moskova'da yeni bir hayat kuran Çagateyev'in gözünden "İnsan ne için yaşar?" sorusunun cevabını arıyor bu romanda. İçe işleyen, derin, sembollerle yüklü epik bu kısa roman, okuyucuyu biraz da rahatsız ederek varoluş sorgulamasına itiyor. Okuyucuda "kaçırdığım birşeyler mutlaka vardır, yeniden okumalıyım ama hemen değil" hissi yaratan bu leziz romanda Platonov, Sovyetler Birliği'nde kalben bağlı olduğu yeni düzenin kuruluş sancılarını ele alıyor. Çarlık Rusyasından devralınan acımasız doğa şatlarının da neden olduğu yoksulluğun, açlığın ve sefaletin ürkütücü bir tablosunu resmediyor.

Şiirsel dilinin yanı sıra gerçekçi bir üsluba da sahip olan Can romanında başkahraman, fakirlerin fakiri bu halkta ortak mutluluğu kurmak için gereken bir ruh kalıntısı kalıp kalmadığı konusundaki derin çaresizliğiyle "yoksulun aklı denilen hayal gücü de ölmüş müydü?" sorusunun yanıtını arıyor. Platonov başkahramanın ağzından sosyalizmin kuruluş sürecinin çelişkilerini, tabiatla çetin mücadeleyi, toplumsal-bireysel çatışmaları, insan doğasını, zihinsel süreçleri, vurucu doğa tasvirleriyle ve insani-naif eleştirilerle dantel gibi işliyor. Sonuçta hikaye, tüm güzel masallarda olduğu gibi umudu kutsallaştırarak ve inançla mutlu sona ulaşıyor. 



Okuyucunun zihninde nefis ve tat bırakan ve çetin bir varoluşsal sorgulamalara iten bu müthiş kısa romanın yazarından da bahsetmek istiyorum. Şiir, öykü ve kısa roman türlerinde eserler veren Andrey Platonov'u ben bu romanıyla tanıdım. Aslında memleketi Rusya'da da hakettiği değere yeni yeni kavuşan bir yazar. Çünkü sosyalist ruhunu kaybetmemesine rağmen rejimdeki uygulamaları ironik bir dille eleştirdiği için Stalin tarafından yasaklanmış. Ekim Devrimi'nin ardından sosyalizmi, sosyalist toplumu ve bu toplumun ideal insan tipini inşa etmek için yola çıkan yönetim edebiyatı da bir araç olarak kullanmış. Sosyalizmin inşasına katkıda bulunan toplumsal gerçekçi büyük Rus yazarlarından biri de Gorki. Gorki'nin çağdaşı olan Platonov başta Stalin olmak üzere yönetimin büyük beğenisini toplamış. Hatta, 1925 yılında yayımlanan ve 1905 yılında Potemkin Zırhlıs’ındaki isyanı konu edinen Black Sea Revolt of 1905 kitabı Bolşevik Parti’nin resmi yayını ilan edilmiş. Ancak sosyalizmin gidişatını eleştiren, eksiklerini dile getiren yazılar kaleme alınca rejim düşmanı ilan edilerek aforoz edilmiş. Kitapları da uzun süre yasaklanmış. 

1951 yılında hayatını kaybeden Andrey Platonov'un çok karamsar, gizemli ve ilginç bir hayat hikayesi var. Stalin rejimle ters düştüğü için nefret ettiği Platonov'un edebiyatına hayranmış aynı zamanda. Bu nedenle diğer rejim muhalifleri gibi ona hayatı zindan etmemiş. Ama hırsını 15 yaşındaki oğlundan çıkarmış. Platonov'un oğlu rejim muhalifliği ve ajanlık suçlamalarıyla toplama kamplarına gönderilmiş ve orada hastalanmış. Oğlunun tedavisine yardıma giden Platonov da oğlundan kaptığı tüberküloz nedeniyle 52 yaşında hayatını kaybetmiş.Sovyetler Birliği yıkılınca da yasaklı kitapları yeniden okuyucuyla buluşmuş ve itibarı yeni yönetim tarafından iade edilmiş. Hatta 1981 yılında Sovyet astronom tarafından bulunan küçük bir gezegene, yazara saygı mahiyetinde "3620 Platonov" adı verilmiş.


Son olarak bu müthiş kitabı tavsiye etmekle birlikte yazarın diğer kitaplarını heyecanla okuyacağımı bildiririm.

4 Ocak 2012 Çarşamba

Az - Hakan Günday




Yeraltı edebiyatının sevilen yazarlarından Hakan Günday'ı ben ilk Ziyan romanıyla tanıdım. Fanatik okurları kızacak belki ama okuduğum bu ilk Günday kitabı üzerimde müthiş bir etki yaratmadı. Yine de sert- karmaşık dili, akıcı anlatımı ve derin baş karakteriyle "Oley yeni bir genç romancı keşfettim" hissi uyandırdı bende ve takibe aldım. Ziyan'la gerçekleşen tanışmanın ardından yazarın büyük beğeni toplayan Kinyas ve Kayra ya da Zargana, Azil, Piç Malafa romanlarından birini okumalıydım belki ama ben tersten başladım ve son romanı Az'ı okudum.

İlk olarak kitabın başında örümcek lekesiyle başlayan birkaç sayfalık hikayenin gerçekten şahane olduğunu söylemek istiyorum. Roman 11 yaşında hayatın acımazsızlığını çok sert bir biçimde yaşayarak erken büyümek zorunda kalan ilki kız Derdâ ve Derda’nın hayatların anlatıldığı iki ayrı bölümden oluşuyor. İlk bölümde sado mazoşizm, pornografi, uyuşturucu ve acımasız İslami tarikatların çemberinde merhametini ve saflığını yitiren kız çocuğunun hikayesi aktarılmış. Okuyucuyu yoran bir anlatımı olan ilk bölümdeki kahramanın yaşadığı ağır tecrübeler bende büyük bir etki yaratmadı. Aslında beklenen bu korkunç tecrübelerin ve akılalmaz şiddetin (bence biraz zorlama) insanı uykularını kaçıracak kadar etkileyici ve rahatsız edici olmasıydı ama bu durum en azından benim için geçerli olmadı. Hem karakter hem de olaylar bana çok sahici ve vurucu gelmedi. Açıkçası roman sadece bu karakaterden oluşsaydı çok daha olumsuz bir yorum yapabilirdim.


Özellikle Ziyan kitabından aklımda kalanlar olmasaydı kitabın bu kısmını Batılılar için yazılmış içinde doğunun ve doğulunun bütün kötülüklerinin -hem de aynı insanının başına gelen- anlatıldığı kuru bir hikaye olarak tanımlardım. Bu kısımda etkilendiğim tek bir cümle, anlatım ya da olay olmadı. Bu kısımdaki didaktik anlatım da beni hem zorladı hem de fazlasıyla rahatsız etti. Hakan Günday'ın Ziyan kitabında da var olan kendine has tarzıyla burada da karşılaşmam hoş bir seda bıraksa da konu bütünlüğü açısından özellikle bu ilk bölümde birşeyler eksik kaldı. Zira hikayenin özü popüler dizilerde olduğu gibi abartılı bir biçimde dallanıp budaklandı ve pek çok dal havada kaldı. Bu ilk hikaye korkarım Hakan Günday'ın da profesyonel yazarlığa başladığını gösteren ilk ipucu. Heyecanın ön planda tutulması, gerilimin düşdüğü yerlere bir parça daha klişe doğu meselesi serpilmesi, zorlama tesadüflerin peşpeşe sürüklenmesi bu yorumu yapmama neden oldu. Hakan Günday'ı iki romanını okuduğum için çok iyi tanıyor sayılmam bu yüzden ağır konuşmak istemiyorum ama ikinci bir Elif Şafak sendromunun izlerini görür gibi oldum. Umarım yanılırım.


Gelelim romanın ikinci bölümüne. Burada babası hapiste olan ve annesinin ölümüyle gerçek hayatın acımasızlığıyla başbaşa kalan Derda'nın yalnızlığını ve tutunma çabasını anlatılıyor. İlk satırlardan itibaren karakterler daha sahici hale gelmeye başlıyor, özellikle ergen erkekler arasındaki diyaloglar insanın içine işliyor ve hikaye de akıp gidiyor. Bu tecrübeden yola çıkarak yazarımızın erkek karakterlere çok daha güzel hayat verdiğini söyleyebiliriz. Erkek çocukların naifliğini, hayatın acımasızlığına yaptıkları saf-umutsuz yorumları hem okuyucuya daha net geçiyor hem de çok daha fazla merak ve yakınlık uyandırıyor. Örneğin kitabın yan karakterlerinden İsa isimli çocuğun kimseye anlatamadığı için hayatının akışını değiştiren define hikayesini ben çok merak ettim. Diğer yandan kitabın ilk iki sayfasında anlatılan hikayeyle birlikte kitabın yine şahane olarak nitelendirilebilecek ikinci bölümü ise 244-253 sayfaları arasındaki el yazısı ile yazılmış fantastik masal. Burada da gerçekten iyiki bu kitabı okumuşum dedirtecek kadar müthiş bir anlatım var. Bir de yüzümü güldüren ayrıntıyı vermek istiyorum. "Oğuz Türkleri" espirisine bayıldım. 

Bu bölümde beni rahatsız eden ise Oğuz Atay ve kutsal kitap (!) "Tutunamayanlar" adete romanın önemli bir karakteri gibi yer verilmesi. Sanki Oğuz Atay sevenlerin sempatisini kazanma ısrarı var gibi. Belki Tutunamayanlar'ın bir anda popüler olmasına ve okunmasına vesile olarak olumlu bir işlevi olabilir bu anlamsız zorlamanın. Ama bence ergen erkek çocuğunun yalnızlığını ve loser'lığını paylaşan ve hayatını anlamlandıran anonim bir yazar olarak kullanılsaydı daha iyi olurdu. Oğuz Atay'ın ismi hiç geçmeseydi ya da "ve korkuyu beklemek korkudan beterdi. Bir zamanlar birinin yazdığı gibi.." ile sınırlı kalsaydı bu  olayı şahane olurdu kanımca. Okuyucu kendi keşfederdi Oğuz Atay'ı böylece..

Derdaların tuhaf tesadüfler silsilesiyle karşılaşmaları, birbirlerine aşık olmaları, 40 yıl bir yastığa başkoyduktan sonra birlikte ölmeye karar vermelerinin anlatıldığı kitabın sonuç kısmı için ise fazla yoruma gerek yok. Kötü. Ama yine de bu romanı okumanızı tavsiye ederim, vakit kaybı olmaz.

Bu arada Hakan Günday, Az’la "Dünya Kitap Yılın Telif Kitabı Ödülü"nü kazandı.

Doğan Kitap'tan çıkan romanın arka kapak yazısı ise şöyle (Buradaki şiirsel anlatım, romanın genelinde yok): 

 ”sen de fark ettin mi? az dediğin, küçücük bir kelime. sadece a ve z. sadece iki harf. ama aralarında koca bir alfabe var. o alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. biri başlangıç, diğeri son. ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. yan yana gelip de birlikte okunmak için. aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. senin ve benim gibi.” “bir tarikat şeyhinin 11 yaşında oğluyla evlendirilen korucu kızı derdâ ile hapisteki bir gaspçının aynı yaştaki oğlu “mezarlık çocuğu” derda’nın bir mezarlıkta kesişen hayatlarının, bu iki çocuğu kırk yıl boyunca her tür şiddetle yontup birbirlerine hazırlayışının, (bütün anlamlarıyla) yazı’nın bu iki çocuğu birleştirmesinin hikâyesi. çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine, a’dan z’ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman…”