1 Aralık 2013 Pazar

Beyoğlu'nun En Güzel Abisi - Ahmet Ümit


Lafı fazla uzatmadan hemen söyleyeyim. Beyoğlu'nun En Güzel Abisi, okuduğum Ahmet Ümit romanları arasında ismi dışında en vasatı. Romanda, son günlerin en çok tartışılan konularından biri olan kentsel dönüşüm projesine kurban gitmek üzere olan Beyoğlu'nun güzelim Tarlabaşı semtinde yaşanan bir cinayet işleniyor. Ama bu cinayet ve kentsel dönüşüm projesiyle birlikte o kadar çok mesele üzerine mesaj kaygılı olaylar yer alıyor ki kitapta, takip etmekte zorlanıyorsunuz. Ahmet Ümit, sanki bir cinayet üzerinden Beyoğlu'nun tüm sorunlarına değinmek istemiş: azınlıklar, transseksüeller, beden işçileri, tinerci çocuklar, kentsel yozlaşma, kumar... Neler neler.. Tam bir ortaya karışık salata. Bir de Gezi Olaylarını eklemiş fona, tam olmuş. 

Ahmet Ümit romanları, benim için kolay okunan, iyi vakit geçirmemi sağlayan ve özellikle İstanbul'un tarihine ilişkin birbirinden ilginç hikayeleri içeren eğlenceli polisiyelerdi. Bu romana kadar okuduğum her romanını özellikle İstanbul tarihi ve tarihi kişiliklerine ilişkin şahane ayrıntılar öğrendiğim için severek okumuştum. Benim için cinayet kısmı hep ikinci planda kalmıştı. Ancak bu romanda Mahsun Kırmızıgül filmleri gibi o kadar çok soruna parmak basılmış ki, ne İstanbul ne Beyoğlu ne de Tarlabaşı ya da bu semtin eski sakinlerine ilişkin dişe dokunur bir ayrıntıyla karşılaşamamam bende büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Kuşkusuz Nevzat Başkomiser ve ekibiyle yeniden karşılaşmak güzel oldu, yazarın kendisinin romanda bir karakter olarak karşımıza çıkması da hoş bir sürpriz fakat romanın diğer karakterleri o kadar yapay ve yüzeysel ki Ahmet Ümit'ten hiç beklemediğim için "İnsan gerçekten hayret ediyor!" nidasıyla bitirdim romanı. Romanda en iyi resmedilmiş karakter ise kesinlikle Saltanat Süleyman. Bir de tinerci çocuklar ve Ahmet Ümit var. Diğer tüm karakterler ise derinlikten yoksun hiç bir çekicilikleri olmayan kişiler. 



Romandaki olay örgüsü de diğer unsurlar gibi oldukça vasat kalmış, sürpriz de yok. Hatta Ahmet Ümit'in diğer romanlarıyla kıyaslandığında dili bile yeterince akıcı değil, öbürküler gibi kolay okunmuyor. Reklamcılık sektörünün tüm imkanları kullanılarak çok iyi tanıtılan bu roman da yazarımızın diğer romanları gibi çok satacaktır ancak okuyucuda, ilk satırından son cümlesine kadar fazla aceleye gelmiş hissi uyandırıyor. En başta söylediğim gibi romanın en beğendiğim kısmı ismi. Beyoğlu'nun En Güzel Abisi, Ahmet Ümit sevenleri çok tatmin etmese de okuyup geçilebilecek bir kitap. Ben bundan sonraki karşılaşmalara bakmak istiyorum.  

Yüzler - Emrah Polat


Ankara'da yaşama deneyimimin ikinci raundunda bu kez yalnız olmam sebebiyle kendim için bir şey yapmak istediğim dönemde, 'Emrah Polat'la Roman Atölyesi başlıyor' ilanını gördüm. Nasıl bir şeydir bu diye düşünürken, "Başlayayım bakalım dedim" ve hayatımda ilk kez bir atölye çalışmasına katıldım. Hem de hayatta belki en çok sevdiğim şeylerden birine ilişkin bir atölyeydi bu, romana dair. Dört hafta süren bu deneyimim beni uzun zamandır hayalini kurduğum kendi romanımı yazma denemesine götürür mü şu anda bilmiyorum ama faydalı olduğunu söyleyebilirim. Bu atölyede mahcup samimiyetiyle Emrah Hoca, kendi deneyiminden yola çıkarak roman yazmanın matematiğini öğretti. Hem Emrah Hoca'yla tanıştığım hem de çok iyi vakit geçirdim bu atölyeye iyi ki devam etmişim, diyorum. Ankara'da yaşayan roman sevdalıları için atölye çalışmasının sürdüğünü belirterek konumuza dönmek istiyorum. 

'Herkesin en az iki yüzü vardır' önermesinden yola çıkan Yüzler romanıyla ilgili tahmin edeceğiniz üzere çok da tarafsız bir izlenim yazamayacağım. Novella diyebileceğimiz 109 sayfalık bu kitap, 3 kaybeden erkeğin bir günde yaşadıklarını ele alıyor. Başkahramanımız Arif, 1980 darbesi sürecinde, üniversite yıllarında hapse girip çıkmış, sonrasında ise o dönemin pek çok okumuş, zeki adamı gibi yeni devrin kurallarına kolayca adapte olup, kendisine ait şirketinde hatırı sayılır bir kazançla hayatını sürdüren, bir çocuk babası sıradan bir adam. Ancak bu, Arif'i yakından tanımayanların yapabileceği yüzeysel bir tanımlama ve Arif'in en masum yüzü. Aynı adam, geçmişinden kopamayan, hapishane dostlarıyla görüşmeyi sürdüren, toplum tarafından kabul gören aile hayatının dışında, para karşılığında genç bir kadınla sürdürdüğü çoğu zaman pişmanlık ve çelişkilerle dolu paralel bir hayata daha sahip. Ve bu hayatında tahmin edileceği gibi pek de iyi bir adam değil. 

Arif'in yolu romanın ikinci kahramanı Nazım'la şirkette kesişiyor. İş hayatında dikiş tutturamayan Nazım, Arif'in şirketindeki bir iş için görüşmeye gidiyor ve sadece babasının 80'lerdeki devrimci kişiliği sayesinde işi kapıyor. Nazım'ın haberi yok ama belki de hayatında ilk kez babasından bir fayda görmüş oluyor. Bence roman kahramanları arasında en masum olan ve en kötü sona karşılaşan karakter Nazım. 

Romanın bence en kötü kalpli ve en çok kaybeden karakteri ise Orhan. Arif'in hapishaneden arkadaşı. 80 Darbesinden en büyük zararı gören kesimden geliyor. Zira, eğitimi ve vasfı yok. Bu yüzden yeni devrin ve hatta her devrin kaybedeni olmaya mahkum. Kitap, bu üç kafadarın, Orhan'ın o gün kovulduğu restoranda buluşup yemek yediği geceyi anlatıyor. Tek bir günde geçen tempolu romanda, kimi yerlerde 30 sene öncesine kadar geri dönüşler var. Birden hatta ikiden fazla yüzleri olan bu anti-kahramanlar, Ankara'nın kasvetinde hem kötü talihlerine hem de katı ruhlarına kadeh tokuşturuyor. 



Ankara'nın hem bugününün hem de 30 sene öncesinin atmosferinde geçen hikaye, o kadar akıcı bir dille yazılmış ki kitabı elinize alıyorsunuz ve hiç sıkılmadan son sayfasına geliveriyorsunuz. Romanda, erkek karakterlerin hikayesi işlendiğinden çok gerçekçi bir biçimde resmedilmiş. Özellikle Arif'i gözünüzde ete kemiğe büründürebiliyorsunuz. Figüran kadın karakter ise kelimenin tam anlamıyla konu mankeni. Kitapta, okuyucusunun zekasını aşağılayan didaktik tek bir cümle, mesaj kaygısıyla yerleştirilmiş tek bir ifade ya da kurgu oyunu yok. İyi resmedilmiş, sert bir erkek hikayesi var. Samimi bir yazarın  bu samimi romanını okuyun, pişman olmazsınız. 

21 Kasım 2013 Perşembe

Peri Gazozu - Ercan Kesal


Kitap isimleri arasında bir yarışma düzenlense kesinlikle Oscar alacağını düşündüğüm Peri Gazozu, insanın yüreğini yakan naif anıların gösterildiği bir öykü kitabı. Peri Gazozu’nda, Kesal’ın Radikal gazetesindeki yazıları ile yayınlanmamış dört öyküsü bulunuyor. Anadolu kasabalarındaki bunaltıcı ama derin yaşam anlarının aktarıldığı kitap, Ercan Kesal’ın hafızasında yer etmiş, içini sızlatan anıları içeriyor. Bu anıların en önemli özelliği ise okuyucusunun da zihninde belki bir daha unutulmayacak izler bırakması. Taşranın serin ve kurak atmosferinde anlatılan bu can yakan anılar, okuyucuyu karamsarlığa sürüklemiyor aksine umut veriyor. En azından bende bu etkiyi bıraktı.

Peri Gazozu’nda yer alan anıların aktarıldığı her satır, okuyucunun kulağını çok iyi kalpli bir insanın kaleminden çıktığını fısıldıyor. Okuyucu ise bu satırlarda hem öykü karakterleri hem de yazar ile (çoğu zaman zaten aynı kişi) özdeşlik kuruyor. Aslında kitapla ilgili en şahane yorumu yazarın kendisi yapmış: “okur hikâyelerimi okumak yerine seyretsin istedim. Bu, sinemasal anlatıma da çok benzeyen bir teknik demekti. Okuyucularıma bir şeyleri anlatmak değil de göstermek istedim hep”. Evet, Kesal bu isteğini en azından bu kitap özelinde yüzde yüz gerçekleştirmiş. Kitapta, hakikaten Kesal’ın hayatından çeşitli fragmanları seyrediyorsunuz. Bu fragmanlar, filmlerde olduğu gibi çok can alıcı sahneler içeriyor. Farklı zamanlarda yazılmış ve yayınlanmış bu yazıların oluşturduğu bütünlük ise gerçekten çok şaşırtıcı.


Kitabın konusuna gelecek olursak, Anadolu kasabalarındaki sıradan insanların iç burkan hikâyeleri, 12 Eylül atmosferinde kaybeden bir ergenin üniversite serüveni, ülkenin unutulmuş köşelerine şifa dağıtan idealist bir doktorun yaşadığı çelişkiler ama en çok da baba-oğul ilişkisi…  Kitap insanın burnunda bıraktığı bir sızıyla birlikte bir solukta bitiyor. Kitap hemen bitiyor bitmesine de okuyucunun üzerinde bıraktığı etki uzun süre geçmiyor. Kendinize iyilik yapın ve bu kitabı okuyun derim ben.


Not: Peri Gazozu ismi, Ercan Kesal’ın babası Mevlüt Kesal’ın sattığı gazozdan geliyor. 

23 Temmuz 2013 Salı

Kardeşimin Hikayesi - Zülfü Livaneli



Kardeşimin Hikayesi, benim okuduğum üçüncü Zülfü Livaneli romanı. İlk olarak kitabı yayımlanmasından kısa bir süre sonra almak istememin amacı, konunun ilginç gelmesinin yanı sıra, yorgun hissettiğim, kafamın pek çok farklı şeyle meşgul olduğu bir dönemde beynimi boşaltacak, sürükleyici bir roman okumaktı. Kardeşimin Hikayesi, psikolojik çözümlemelerin yoğunlukta olduğu, gizemli ve merak duygusunu harekete geçiren, içinde hem aşk hem de cinayet olan iyi bir dille yazılmış, akıcı bir roman. Ama benim okuduklarım arasında bile en iyi Livaneli romanı değil. Her ne kadar kimi izler taşısa da bir Serenad hiç değil. 

Romanın konusu ise büyük şehrin kalabalıklığından ve her türlü insan ilişkilerinden sıkılan Ahmet isimli bir erken emekli mühendisin, Karadeniz kıyısında yerleştiği Podima Köyü'nde meydana gelen cinayetle birlikte ortaya çıkan kimlik bunalımı ile kendi içinde sıkışıp kalan bir adamın hikayesi. 

Romanda cinayete kurban giden kişi kendisinden yaşça çok büyük ve zengin bir adamla evlenip Podima'ya yerleşen magazin basınında sık sık fotoğrafları çıkan hayat dolu bir kadın. Ahmet'in köydeki belki tek arkadaşı olan bu kadının Ahmet'in de katıldığı bir davetin ardından öldürülmesi yörede bomba etkisi yaratır. Cinayetin magazinel yönü sebebiyle olayı soruşturmak üzere genç bir gazeteci kız İstanbul'dan köye gelir ve Ahmet ile bu genç arasında garip bir ilişki başlar. İnsanlardan kaçan, tüm duygularından arınmış, sorunlu bir ihtiyarla genç, inatçı ve hayat dolu bir gazeteci arasında gerilimli bir garip süreç yaşanır. Ahmet, duyguları olmadığı için tanımlayamadığı bir istekle kızı sürekli yakınında görmek ister. Aslında cinayetle ilgili çok da fazla bilgisi yoktur ama kızı yakınında tutmak için ona kendi uydurduğu hikayeleri ve cinayet senaryolarını gerçekmiş gibi anlatır. Bu hikayeler tıkanınca ise kardeşinin yaşadığı karasevdayı anlatmaya başlar. Livaneli'nin yorumuyla post-modern bir Şehrazat olan başkahraman Binbir Gece Masallarında olduğu gibi ilginç hikayelerle kızı evinde tutmayı başarır. 

Yani kısaca, kitapta karasevda var, geçmişi karanlık, pskilojik sorunları olan yaşlı ve tuhaf bir adam ve kardeşinin yaşadığı gerilimli bir karasevda hikayesi var, bu yaşlı adamla genç gazeteci arasındaki yakınlaşma ve cinayet ve de katil var.. Ama bence bu kitabın asıl konusu, geçmişinde sıkışan bir adamın kendini kaybetme ve bulmaktan kaçınma öyküsü. 




Kardeşimin Hikayesi, ilk sayfasından itibaren sizi içine çeken, gerilimli bir film ya da dizi seyrediyormuşçasına elinizden bırakmak istemeyeceğiniz, sizi yormadan kafanızı dağıtmanızı sağlayacak, sürükleyici bir roman. Biraz aceleye gelmiş izlenimi veren olayların düğümlendiği kısımda ise biri öngörülebilir diğeri nispeten daha şaşırtıcı iki sürpriz var.  

Doğan Kitap'ın bu eseri pazarlama biçimi bence çok doğru. Zira kitap yaz tatilinde, plajda, piknikte, kumda çok iyi gider. Okuyucuyu yormayan, merak unsurunun yarattığı sürükleyicilikten beslenen, akıcı bu romanı tavsiye ederim. 

18 Temmuz 2013 Perşembe

Alper Kamu Cehennem Çiçeği - Alper Canıgüz


 "Beş yaş insanın en olgun çağıdır, sonra çürümeye başlar"... Bu cümle beş yaşındaki dünyanın en küçük dedektifi Alper Kamu için söylenmişti. Bilenler hatırlar. Kendisi Alper Canıgüz'ün "Oğullar ve Rencide Ruhlar" isimli romanının başkahramanı. Alper Kamu, kendisinin deyimiyle içine hapsedildiği küçücük bedende, dünyanın tüm kötülükleri ve insanların içindeki kötücül duygularla gerçekçi bir savaş veren, eğlenceli bir kahraman. Ama sakın yanlış anlamayın, o Türk filmlerindeki iyilik timsali, başında haresi eksik süper iyi kalpli bir kahraman değil, bir nevi sevimli anti-kahraman diyebiliriz. 
Gelelim geçen ay çıkan ve bu yazının konusu olan Alper Kamu Cehennem Çiçeği'ne. Alper Kamu hayranlarına hemen söyleyeyim. Alper Kamu hala beş yaşında, hala içindeki şeytan ile meleğin savaşını hınzır bir gülümsemeyle izleyen, bilmiş, zıpır çocuk. Yani Batı Yakası'nda bu anlamda değişen bir şey yok. Yazar Alper Canıgüz'ün "psikanalitik polisiye" olarak tanımladığı bu romanda, yerli Sherlock Holmes'umuz bu kez mahallesine yeni taşınan bir ailede yaşanan cinayeti çözmeye adamış kendini, bir yandan da  eski bir aşk hikayesini çözüyor. Yazarın tanıdık akıcı üslubuyla bir nefeste okunan bu güzel eser, o kadar eğlenceli ki kimi zaman okurken kahkahalara boğuluyorsunuz ama daha bir kaç satır geçmeden boğazınızın düğümlendiği, gözlerinizin dolduğu da oluyor. Alper Canıgüz, yine okuyucuyu duygudan duyguya bir çırpıda geçirirken, bünyeyi zorluyor yani.   


Kitap Alper Canıgüz'ün 4. romanı 
Romanda, Alper Kamu, tüm dikkati ve bu kez babasının anlattığı enfes bir hikayenin yardımıyla cinayeti çözüyor. Bu noktada yazarımızın polisiye olay örgüsü ve cinayet kurgusu konusunda çok fazla yorum yapmak istemiyorum. Çünkü açıkçası, kitap boyunca benim en  az ilgi duyduğum konu, "katil kim?" sorusu oldu. Ama yine de söyleyeyim, yazarın sağ gösterip, sol vurmasına rağmen, katili öğrendiğimde çok da şaşırdığımı söyleyemem. 
Ben hınzır olduğu kadar saf ve doğuştan kaybeden küçük dedektifin olaylara bakış açısı, günlük yaşamda ve iç dünyasında yaşanan fırtınalara verdiği tepkiler, acıları, sevinci, aşkı, ihtirası, kıskançlığı ve hırsıyla ilgilendim daha çok. "Oğullar ve Rencide Ruhlar"la birlikte bu ikinci romanda da yazar karakteri o kadar başarılı ve sahici bir biçimde resmetmiş ki Alper Kamu gerçek bir çocuk benim için. En güzeli de başta vahşi cinayetler olmak üzere insanların yapabileceği bütün kötülükleri sıradan olaylar gibi kabullenebilen bu küçük dedektifi en çok etkileyen ve üzen konunun, annesi ile babasının kavgaları ve mutsuzluğu olması. Çünkü Alper Kamu gerçekten bir çocuk ve tüm çocuklar gibi onun için de dünyanın merkezinde anne ve babasının mutlu olması var. 
Dünyadaki tüm adaletsizlikleri kanıksamasına rağmen hepsini sorgulamayı sürdüren bu çocuk için çözmesi gereken diğer bir mesele ise aşk. "Adalet" isimli bir kadına duyulan aşk macerası da kitabın paralel hikayesini oluşturuyor. Bu kısım da oldukça başarılı ve ilk kısma nazaran çok daha şaşırtıcı bir sonla düğümleniyor. Bu son okuyucuyu da, dedektif Alper'i de çok derinden etkiliyor. 
Romanın içeriğine ilişkin daha fazla ayrıntı verip heyecanın kaçmasına neden olmak istemiyorum. Bir zahmet alın, okuyun. Memnun kalacaksınız. Bu arada kitabın bonusu ise, olay örgüsünde Alper Kamu'nun cinayeti çözmesine yardım etmesi için babasının ona anlattığı "kadife kız" masalı. Dünyayı omuzlarında taşıyan bu kızın hikayesi kelimenin tam anlamıyla şahane.. Roman sadece bu kısacık masal için bile okunmayı fazlasıyla hak ediyor. 

19 Nisan 2013 Cuma

Ruhi Mücerret - Murat Menteş


Murat Menteş, Türk edebiyatına yeni bir soluk getirdi desek yeridir bence. Yayımlanmış sadece üç romanı olmasına rağmen, kendine özgü üslubu oturmuş bir yazar var karşımızda. Ruhi Mücerret; Dublörün Dilemması ve Korkma Ben Varım'dan sonra gelen üçüncü eser. Tabii arada bir de Garanti Karantina isimli bir şiir kitabı vardı, onu da unutmamak lazım. Tüm bu eserlere bakıldığında en önemli ortak nokta bence anlatımın özgünlüğü, eğlenceli aforizma ve laf oyunları ile roman kahramanlarına verdiği yaratıcı isimler. 

Ruhi Mücerret romanında Murat Menteş, reklam ve pazarlamanın hayatın ta kendisi olduğu yeni dünya düzenine karşı çok net bir mesaj vermiş. Dolaylı anlatıma başvurmadan, basit ama etkili bir biçimde. Bunu yaparken artık klasikleşmiş diyebileceğimiz hızlı ve akıcı olay örgüsünden de hiç ödün vermemiş. Diğer iki romanında olduğu gibi bu eserinde de olaylar bir solukta ilerliyor, renkli roman kahramanlarının geçiş töreni eyvah yine bir şeyler kaçırıyor muyum endişesiyle ilerliyor. Mizah unsurları ve aforizmaların da suyu çıkarılmamış. Buna ek olarak, bu romanda da Afili Filintalar'a tatlı tatlı göz kırpılmış. Yani sözün kısası, romanda Menteş severlerin hemen hemen tüm beklentileri özenle karşılanmış.



Romanın konusuna gelecek olursak, Ruhi Mücerret, 100 yaşındaki bir Kurtuluş Savaşı Gazisini bir dünya yıldızına dönüştüren başdöndürücü bir süreci anlatıyor. Bu süreçte, karanlık adamlarla karşılaşmalar, 70 yaş farka rağmen aşk ihtimalleri, amansız hastalıklar, güzel kadınlar, silahlar, patlamalar, cinayetler var. Yani yine olaylar da olaylar.. Buna ek olarak benim hoşuma giden bir yenilik de var Murat Menteş romancılığına dair. Diğer romanlarının aksine bu eserinde Menteş, kitabın her bölümüne benim "nakarat" olarak adlandırdığım bir kısım eklemiş. Örneğin kahraman savaş gazisinin gözünden anlatılan her bölümde "ölürsem mezar taşıma ...... yazdırılsın" şeklinde hepsi birbirinden eğlenceli öneriler var.

Bu enerjik, kahkahası bol olmasına rağmen kimi zaman gözleri buğulandıran romanla ilgili belki de söyleyebileceğim tek eleştiri kitabın ilk kısmında olayların biraz geç bağlanması olabilir. Ama bu durum bile okuyucunun sıkılmasına neden olmuyor.

Bu genç romancıyla ,ilgili haddim olmayarak iddialı bir yorum yapmak istiyorum. Türkiye'de böyle bir roman yazılabildiği için çok mutluyum. Belki bu roman, Murat Menteş için küçük bir adım olabilir ama bana kalırsa Türk edebiyatı için çok büyük bir adım.

Ruhi Mücerret'i şiddetle tavsiye ediyorum. Okuyunuz, okutturunuz.