28 Nisan 2010 Çarşamba

Gerçek Dogville Türkiye'de yaşanıyor

Yedi aydır "Güzel ve yalnız ülkem"in çok uzağında Atlantik kıyısındaki bir masal ülkesinde yaşıyorum. Havası, doğası ve mekanlarıyla beni bir masalın içinde yaşatan bu ülkede belki aldığım her nefeste kendi ülkemi özlüyorum ve buranın karşısında tüm güzelliklerine rağmen kendi ülkemi yüceltiyorum.  Evimi yüceltirken burayı bu sevimli yeni evimi küçültmüyorum sanılanın aksine. Aslında gerçek evimi de bilmiyorum artık. İlk nefesten itibaren benim evim hepimiz başka noktalardan baktığı aynı gökkubbe değil mi? 

Ama son günlerde aldığım haberler beni tüm evlerimden soğuttu sanki. Rahat nefes almam biraz havanın ağırlığından biraz da duyduklarımın gördüklerimin etkisinden zorlaştıkça zorlaştı. Havada asılıp kalan toz zerreleri gerçekleri biraz daha kapatsa belki biraz daha iyi olur, belki de en kötüsü bu olur. Bilemiyorum. 

Dünya üzerinde göstermelik de olsa çocuklara özgü bir bayram olan tek ülkede çocuklara yaşatılan karabasan gördüklerim ve göremediklerim kanımı donduruyor. Masallardaki kötü kahramanlardan daha kötü bir gerçeklikte insanoğlunun belki tek mucizesine yaşatılan bu karabasan herşeyden önce insanlığımdan utanmama neden oluyor. Zalim gerçeklik değiştiremediğim varoluşumdan utanç duymama neden oluyor. 

Lars Von Trier'in 6 sene önce izlediğim insan doğasını yerden yere vuran Dogville filmini hatırlattı bana bu yaşananlar. Benim de ucundan son dönemini yakaladığım ahlakın, iyi insan olmanın, masum çocukların yüceltildiği ülkemde Siirt'te, Manisa, İzmir'de bilmediğimiz başka mekanlarda yaşanmış ve belki halen de yaşanan karabasanlar Dogville'dekinden çok daha iç karartıcı, çok daha gerçek. 2 ve 3 yaşında iki çocuğun hele de başka çocukların cinsel, fiziksel, ruhsal şiddetine maruz kalmasını kaldıramıyorum. Ya da başka bir noktada başka çocukların kendi ailesinde yaşamak zorunda kaldığı karabasana. Hele de koskoca bir kentin tüm insanlarının bu karabasana karışmasına, göz yummasına, desteklemesine, üstünü örtmesine. Ne yaman bir dayanışma bu böyle. 



Dogville'de 1930'lar Amerikasında bir kasabada insan doğasının değer yargılarını, hakkaniyetini, ahlakını, merhametini kendi keyfine göre nasıl ayaklar altına aldığı tüm çıplaklığıyla işleniyordu. Filmde beni altüst eden bir mesaj da kötülükleri maruz görmenin, anlayış göstermenin yanlışlığının vurgulanmasıdı. Bazı kötülükleri anlamaya çalışmak, affetmek, merhamet etmek kötünün içindeki kötülüğü daha da acımasız hale getirirmiş. Yaşadığımız gerçeklik de bunu göstermiyor mu? 

Bu gökkubbe altında yaşanan tüm kötülüklerden bir noktada hepimiz mesulüz. Görmediğimiz için, durduramadığımız için, engelleyemediğimiz için, yok edemediğimiz için, gücümüzün yetmediği için, yetemeyeceğini düşündüğümüz için, sessiz kaldığımız için, görmezden geldiğimiz için. En önemlisi de affettiğimiz için. İnsan olduğumuz ve daha da önemlisi olamadığımız için. Tüm kötülüklerin suç ortağıyız. Suçluyuz elimizden birşey gelmediği için ve gelmeyeceğini düşündüğümüz için.  İncittiğimiz tüm çocukların ahı hepimizin üzerinde.. Başka çocukları inciten çocukların suçu hepimizin suçu. Sezen "Masum değiliz" diyor ya eksik. Suçluyuz, suç ortağıyız. Olabilecek en adi suçun ortağıyız. Günahkarız. Siirt'teki o ilçede yaşayanlardan çok daha temiz değiliz. 

En kötüsü de, içime sindiremediğim en feci durum da Siirt'te bir ilçe dolusu insanının masum çocuklara yapılanları irenç bir dayanışmayla sürdürdüğünü ve üstünü örtmeye çalıştığını öğrendiğim ilk anda hissettiklerim. İnsanın nefesini kesen kötülüğü beynimin algılamasıyla onun gerçekliğini bir anda doğrulaması oldu. "Güzel ve yalnız" ülkemin insanının bu vahşi dayanışmasının gerçek olduğunu, olabilmesinin mümkün olduğunu hissetmek mide bulandırıcı değil mi? Keşke bu kadarı da doğru olamaz diyebilseydim.


16 Nisan 2010 Cuma

Marifetler

 

Roman okumak benim dolu zamanlarımı en güzel dolduran faaliyet. Çocukluğumdan beri hikayelerin dünyası benim en iyi vakit geçirdiğim dünyam. 13-14 yaşından beri özellikle geceleri uyumudan önce hikayelere dalmak, onlarla birlikte de uykuya dalmak benim en büyük tutkum, eğlencem. Her ne kadar bu alışkanlığımı son dönemde biraz kaybetmiş gibi olsam da. Ama hala birkaç sayfa okumadan uykuya daldığımda kendimi bir sorumluluğumu yerine getirmemiş gibi hissediyorum yani suçlu. Ne güzel. Okumayı en çok yatmadan önce seviyorum çünkü bir hikayenin hayaliyle kendi hayal dünyanın birleştiği anda uykuya dalmak şahane. Bu yüzden hikayelerin dünyasına "benim dünyam" diyorum. Yalnız bu durumdan önce anne-babam sonra ev arkadaşlarım ve şimdi de sevgilim çok hoşnut olmayabilir. Zira, çoğu gece elimde kitap yarı oturur yarı yatar bir durumda uyuyakaldığım için arkamı toparlamak onlara kalıyor. Elimdeki kitabı kaldığım yeri kaybetmeyecek şekilde almak, üzerimi örtmek ve ışığı kapatmak gibi..  

İyi hikayeleri, güzel bir dille, iyi oluşturulmuş bir kurguyla anlatan her türlü romanı büyük bir ilgiyle okurum. Ama eskiden beri bilimkurgu ve fantezi türüyle aram hiç iyi olmadı. Kendi standartlarımda ortalamanın üzerinde bir okuyucu olmama rağmen kült sayılabilecek fantezi romanlarını bile okumadım. Mesela Yüzüklerin Efendisi. Birkaç kez elime aldım ama 2 sayfa bile okuyamadan vazgeçtim. Masalları çok sevmeme rağmen büyüklere masallar anlatan bu yaratıcı ve zekice olduğunu düşündüğüm kitaplardan neden uzak durduğumu hala bilmiyorum. 

Bilim-kurgu ve fantazi camiasının tanrıça olarak nitelendirdiği Ursula Le Guin'in Marifetler isimli romanını dün bitirdim. Açık söylemek gerekirse okumaya başlamadan önce ben ne yazarı biliyordum ne de kitabın tam konusunu. Kitap kapağı arkasındaki tanıtım yazısını okudum ve evimden uzaktaki yeni evimde çok da altarnatifim olmadığından başladım okumaya. 

Kitapta küçük kabileler halinde yaşayan dağ topluluklarının sahip oldukları doğaüstü güçlerle  -yani marifetler- hayatta kalma savaşı ve bu savaşın ortasında hem marifetini hem de yaşam amaçlarını sorgulayan iki ergenin dünyasını anlatıyor. Marifet ise "Eğer savaşmazsan ele geçirilirsin, soyun sona erer. Marifetler bu işe yarar, verdiği güçler sayesinde"  cümlesiyle özetleniyor arka kapaktaki alıntıda.

Anarşist olarak tanımlanan Le Guin'in bu kitapta ova ile dağ toplumları arasındaki gerilimle köylü- şehirli arasındaki çatışmalara, farklı marifetleri olan topluluklar arasındaki arı soy yaratma çabasıyla ırkçılığa, marifetlerin özünde doğaya uyum sağlama ve düzeni koruma amacıyla verilmiş olabileceği savıyla insan ırkının hırslarıya mecbur olduğu doğaya açtığı savaşa dair mesajlar veriyor. Romancı tutarlı bir yerinde kendini konumlandırdığı ideolojisini de satır aralarında aktarıyor. Ancak bunu yaparken göze batmamaya, okuyucuyu sıkmamaya ve hikayesinin zenginliğine ve üslubunun rengine özen gösteriyor. 

Çocuk masallarında verilen mesajlardan çok daha ince düşünülerek verilen mesajlar bu masalın doğasını hiç bozmamış. Ben en çok bu yönünü sevdim Marifetler'in. Bir de feminist tanrıça Le Guin'in kadın kahramanlara hikayede verdiği kilit roller beni pek bir memnun etti. Hiç de sırıtmıyordu üstelik. 

Yazarın hayal gücünün çok güçlü olduğu muhakkak.  Özellikle Mülksüzler ve Yerdeniz serisi kült bilimkurgu romanları arasında gösteriliyor. Bu romanda da yarattığı dünya renkli ama benim beklentimi karşılamadı. Romanı okurken yazar hakkında edindiğim bilgiler ve hayalgücüne yönelik övgülerle yükselen beklentim tam olarak karşılanmadı. 

Yine de Marifetler okunmayı hak eden bir roman insanın doğayla küskünlüğünün yaratabileceği felaketleri düşündürdüğü için bile okunmayı hakediyor. Hikaye kurgusu da güzel.  Akıcılık sorunu yok. Peki beni bilimkurgu-fantazi türüne yakınlaştırdı mı? Bundan emin değilim ama Mülksüzler ile şansımı bir kez daha deneyeceğimi söyleyebilirim. En kısa zamanda. 

12 Nisan 2010 Pazartesi

Korkma ben varım!!

-->"Korkma Ben Varım!" kaosun günlük yaşamın eşanlamlısı olarak görüldüğü bugünün koşullarında çok iddialı bir vaad. İddialı olmasının yanında kişiyi özel ve güzel hissettiren cümlelerin belki de en cesuru. Murat Menteş'in aynı isimli romanı Türk edebiyatı için çok iddialı ve bir o kadar da başarılı bir eser. Zira son dönemde en iyimserlerimiz için bile üzerinde düşünülebilecek, kafa yorup yorumlanabilecek, cümleleri tekrar tekrar okunabilecek araştırmacı romancı bir elin parmaklarını geçmez. 


Murat Menteş'le ben ilkin "Dublörün Dilemması" isimli romanla tanıştım. İnsanın kafasını karıştıran, bir dakika ne güzel bir betimleme deyip bazı cümleleri tekrar tekrar okunan eğlenceli bir o kadar da yaratıcı  bir roman olan Dublörün Dilemması beni yeni bir kıta keşfetmişcesine heyecanlandırmıştı. Murat Menteş'i Alper Canıgüz'le birlikte keşfetmiştim. "İki genç bomba gibi romancı geldi Türk edebiyatına, yaşasın" demiştim. Menteş'i Canıgüz romanlarının biraz önüne yerleştirmiştim kütüphanemde sonra da yeni romanı beklemeye koyulmuştum. 


Şimdi farkediyorum da mevcut beğenimin çok altında bir araştırma yapmışım Murat Menteş üzerine. Bence iyi bir roman okuru hele de romancı araştırmacı bir romancıysa iyi araştırılarak eksiği gediği, fazlası, artısı soruşturularak okunmalı. Bu noktada Murat Menteş'ten özür dilemeliyim. "Korkma Ben Varım" romanını dün bitirdim ve sıcağı sıcağına düşüncelerimi yazıyorum, bu nedenle kendi standartlarımda bile çok nesnel olamayabilirim. Bu roman bana ilkin "yazarını daha iyi tanı" komutunu verdi. Romanın çeşitli bölümlerinde Murat Menteş'te neyin nesiydi diye google yardımına koştum. 


Romanın ilk cümlesinden itibaren üzerinde tek tek düşünülmüş, inci gibi dizilmiş, ne zekice betimler yapıyor bu yazar dedim. İlerleyen cümlelerde ise böyle güzel betimlemeler yapan kişi keşke şair olsaymış diye düşündüm. Sonra google beni uyardı. Yazarımız zaten hatırı sayılır bir okuyucu kitlesi olan ve son şiir kitabı "Garanti Karantina"yı yakın zamanda yayımlamış bir şairmiş. İlk cehalet tokadını yiyip, daha çok araştırdım. 


Murat Menteş, röportajlarında kendisiyle ilgili olumlu düşüncelerimi bir kaç kat arttırmam gerektiğini kanıtlayan ifadeler kullanmış. Polisiye-macera romanı olarak satılan "Korkma Ben Varım" romanını tek cümleyle "Çok iyi bir adam var, ondan daha iyi bir adam daha var, ikisinden de daha iyi olan bir başka adam bunları öldürüyor" ifadesiyle özetlemiş. Aslında bu cümleden daha iyi bir özet yapmak çok zor ama ben yine de biraz daha ayrıntıya girmek istiyorum. 



Hayatın kum saatinin kendini kaybettiği günümüz koşullarında "Romanı bir otomobil gibi tasarlıyorum" diyen yazarımız gerçekten çok hızlı bir roman kaleme almış. Romanda Rio Karnavalındaki renkli kostümlü dansçılarla yarışacak denli renkli karakterler ve en güçlü aksiyon filmlerindeki olaylardan daha hızlı olay örgüsü okuru şapşala çeviriyor. Oya gibi özenle, sindirerek kaleme alınmış betimlemeler de bununla tamamen karşıt bir biçimde en kırmızısından "DUR" işareti veriyor. Bazı betimlemeler öyle şahane ki okur yüzünde pis bir gülümsemeyle "A bak ne demiş" nidası eşliğinde yeniden cümle başına dönüyor. 


Karakterler en az iki üç romanı kurtaracak kadar yoğun işlenmiş, türlü renkleri okuyucuyla büyük bir cömertlikle paylaşılmış. Roman kahramanları Rio Karnavalı'ndaki dansçılar kadar renkli dedim ama isimleri karakterlerden de renkli.  Hayati Tehlike, Enver Paşa, Müntekim Gıcırbey, Şebnem Şibumi, Abidin Dandini, Atom Bombacıyan.. Kahramanlardan ilk aklıma  gelenlerin isimleri böyle. Kitabı şimdi şöyle bir karıştırsam diyer yaratıcı isimleri de paylaşabilirim ama yapmayacağım. Zira bu isimler ilkin beni pek bir güldürdü ama akabinde de derin düşüncelere sevketti. Bu şakacı isimler bir noktadan sonra kabak tadı verebilir ve roman karakterinin gerçekçiliğini yok edebilirdi. Ama korktuğum gibi olmadı. Çünkü roman kahramanları, yaşadıkları tüm çalkantılar, duygu yoğunlukları da o kadar gerçek ki. Pek çoğunun yaşadığına benzer sıkıntıları ve hayata dair sorgulamalarını gerçek hayatta hemen herkes yaşıyor. İnanın. Yani kahramanlar renkli dansçılardan kat be kat gerçek.


Resmen aşk romanı 

Romanla ilgili ilk itirazım ise romanın bir macera-polisiye roman kategorisine sokulması meselesi üzerine. Tamam romanda belki her cümlede birileri korkunç bir biçimde, inanılmaz bir hızla cinayete kurban gidiyor ama yine de bu roman bana göre iyi bir aşk romanı. Şebnem Şubimi'ye hem Müntekim Gıcırbey'in hem de Hayati Tehlike nam-ı diğer Enver Paşa'nın aşkı dillere destan olacak güzellikte. Yazarın günümüz aşklarını ironik bir biçimde naifçe eleştiren Gönül İşleri Bakanlığı kurumu da gerçekten çok yaratıcı bir kurum. Kusursuz bir kurguyla her türlü cinayet, entrika, tarikatler, şeyhler, aşıklar yer alıyor bu karnavalda. Bu yüzden sınıflandırmak hakikaten zor. Bir de 11 sayfalık misafir sanatçı Ersin Karabulut'un katkılarıyla çizgi roman kısmı var desem. Ne ararsak var resmen burada. İddialı yazarımız kitabın girişine "Bu kitapta anlatılan olayların hepsi gerçektir, fakat hiçbiri henüz cereyan etmemiştir" notu düşmüş de bize bir nebze olsun yardımcı olmuş. Ne güzel.


"İslami edebiyatın güçlü kalemi" -ne demekse- olarak gösterilen Murat Menteş'in romanları Tarantino'nun şair yazar biçimine bürünmüş hali olarak tanımlanıyor hemen her yerde. Ancak Menteş bu iki yakıştırmadan da hazetmiyor.    


İlk baskısı satışa çıktığı gün tükenen "Korkma Ben Varım" ayrıca beni, romanın en şahane kahramanlarından Abidin Dandini'nin ölüm, terör, şiddet ve cinayet gibi karışık kavramları bir çırpıda leblebi gibi yutturduğu düşünceleriyle de vurdu. Dandini'den bazı incileri yazmazsam olmaz: 


* Terör artık bireyin özne niteliğini açığa vurmak için yapabileceği tek eylem türüdür.
* Küresel kötülük sistemin bir parçası olduğumuz için otomatikman suçluyuz. Sistemleştirilmiş ihlale angaje olmuş vaziyetteyiz. Korku düzenine itaat ettiğimiz için rehine, bu yolla düzenin ömrüne ömür kattığımız için de teröristiz.
* Delilik artık düşünmek, soru sormak ve en korkuncu itiraz etmektir.
* Düşünmüyoruz, çünkü deliyiz ve özgürlükten kaçıyoruz. Hapishanede idman yapan mahkûmlarız.
* Kaçış artık intihar teşebbüsü havası taşıyan bir vazgeçiş ve terk ediştir.
* Çağdaş meşruiyetin temeli, hakikat aleyhtarlığıdır. Birey ise körkütük budalalığın bedenleşmiş halidir.


Romanda göz çıkarmadan bazı göndermeler yapılması da çok hoş olmuş bana göre. Alper Canıgüz'e selam, Dublörün Dilemması'na tatlı bir göz kırpma yerli yerinde. Roman içinde geçen şarkılar da öyle tamamlayıcı olmuş ki duyduğuma göre romanın soundtrack'i bile yapılmış. Ben de buraya bir şarkı kondurmak istiyorum romandan.


http://www.youtube.com/watch?v=PxYyZyYKVYA&feature=related 


Araştırmacı romancılık, dille oynanan oyunlardaki ustalık bir yana bu romanda hayal gücünün sonsuz gücünü yeniden keşfediyoruz. Ancak romanla ilgili birkaç küçük eleştirimi de yazmazsam olmaz. İlkin, romancının dile hakim olduğunu her fırsatta göstermesi güzel ama bazı betimlemeler zoraki kaçmış, uzun tasvirlerin bazıları "Şu cümle bitse de sadede gelsek" hissi uyandırıyor. İkinci olarak, her tarihin ardından tarihte bugünlerin sıralanması ilk seferlerde çok hoş bir tat bırakıyor ancak daha sonra uzun uzadıya sıralanması dildeki hoş tortuyu tatsızlaştırıyor.  Yani dolambaçlar yazarımızın tarzı fakat bazı dolambaçlar dolandıkça dolanmasa daha iyi. 


Son olarak, "Korkma Ben Varım" hayattan çaldığı her anın karşılığını fazlasıyla veriyor bence. Okunmaya değer, üzerinde düşünmeye de değer. Bir de romanda Hayati Teklike'nin 5 yaşındaki oğlu Gerçek Tehlike'nin ağzından yazılmış kısımlar gerçekten çok lezizdi. Murat Menteş iyi bir anlatıcı, keşke bir de çocuklara masallar yazsa, ne iyi olur.

9 Nisan 2010 Cuma

Öteki ben

Sosyal ortamlarda rahat davranan ve girdiği gruba bir anda uyum sağlayan insanlar vardır. Rahatlıkları özgüvenlerinin göstergesidir. Kendileriyle barışık olduklarından, kişiliklerini her yönüyle sergilerler. Davranışları, oturup kalkmaları, mimik ve jestleri, en önemlisi de bakışlarıyla doğal bir biçimde kendilerini yansıttıklarını düşünmemize sebep olurlar. Acaba bu düşünce bir yanılsama mı? Bir insan ne kadar özgüven sahibi olursa olsun, başkasının bakışları üzerindeyken gerçek kendisi olabilir mi?

Başkasının nazarı üzerimizdeyken ne kadar doğal olmaya çalışsak da kendimiz gibi olamayız çünkü ötekinin bakışı, varlığını hissettiğimiz anda bizi ötekinin nazarındaki biz gibi davranmaya, öteki-ben’i yaratmaya iter. Örneğin, bir restoranda tek başınıza yemek yediğinizi düşünün. Bir süre sonra karşı masada yemek yiyen bir başkasının size baktığını hissettiniz. O andan itibaren, yemek yeme biçiminiz, çatalı tutuşunuz belki oturuş biçiminiz bile değişecektir. Bakışı hissettiğiniz anda öteki- ben’e dönüştünüz bile. Bu dönüşüm farkında olarak yaptığınız bir eylem değil, refleks gibi ani bir hareket de değil aslında. Belki insan doğasında varolan bir içgüdü olarak tanımlanabilir.

Ötekinin bakışları üzerimizdeyken onun tahakkümü altına gireriz. Bu tür bir ilişkide, güçlü taraf her zaman bakan olacaktır. Kuşkusuz, bu durumda kendisi olabilen ve öyle davranan sadece bakan durumdaki kişidir. Bakılan ise bakanın nazarında yaratmış olduğu ya da o anda yaratacağı öteki-ben’e dönüşürken edilgen ve güçsüz bir konumdadır. Aynı zamanda, çoklukla rahatsız edici bir durumdur bakılan olmak. Bakılanın kendisi olabilmesinin tek koşulu, öteki-ben’den kendisine dönüşebilmenin tek şartı, bakan kişi olabilmektir. İnsanlar sosyal ortamlarda bakan kişi olabildikleri ölçüde gerçek kendileri olurlar.

 Pablo Picasso, Girl berofe a mirror

Karşılıklı bakışma durumunu düşünecek olursak, iki insan da birbirlerine baktıklarından bakan konumundaki kişiyle bakılan konumundaki anlık değişimlere uğrayabilir. Bakan kişi olarak güç sizin elinizdeyken bir anda karşınızdakinin bakışlarının etkisiyle bakılan kişiye dönüşebilirsiniz. Karşılıklı bakışma esnasında, aynı anda iki kişinin birden bakan ya da bakılan olma olasılığı yoktur. Bu durumda, yalnızca bakanla bakılan sürekli yer değiştirir.

Sosyal ortamlarda, rahat ve özgüven sahibi olarak adlandırdığımız insanlar kendilerini diğer insanlara göre ötekinin nazarında daha kolay bir biçimde yeniden yaratabilen insanlardır. Rahatlıkları da öteki-ben’lerinin kendi istedikleri gibi olmasından kaynaklanır. Bu insanlar da kendilerini oldukları gibi sergileyemezler. Sonuçta, gerçek ben’in varlık koşulu, ancak başkasının nazarının olmaması durumunda mümkündür.

1 Nisan 2010 Perşembe

Beklemek ama umudu

-->
Beklemek sıkıcıdır. Otobüs beklemek, geç kalan bir arkadaşı beklemek, kuyrukta sıra beklemek..  Sebepsiz durmaktır beklemek, daha doğrusu amaçsız durmak. Bekleme odaları soğuktur. Herkese yabancıdır, kendine has bir dokusu yoktur. Tüm bekleme odaları aynı kokar, aynı derecede soğuktur, aynı derecede yabancı. Dünyanın neresinde olursa olsun. 


Beklerken gerilir kişi. Dünya akarken sadece o duruyormuş gibi. Yalnızdır, doğum öncesindeki gibi. Yalnızlık yamandır. Hele de kalabalık içindeki yalnızlık. Beklerken terkedilmişlik hissi de duyulur bir yandan. Etrafa terkedilmediğini göstermek için yalnızlığını gizlemek için kişi bazen telefonuna sarılır, amaçsız tuşlara basar. En sıradan insan bile tuhaflaşır beklerken. Böylesi beklemek bağımlılıktır. Zayıflatır kişiyi, utandırır. Dünyanın en sıradan en alışılmış işi için beklerken bile zaman akmaz. Tuhaflaşan kişi bu kez de tuhaflığını örtmek için acayip hareketler yapar. Yalnızlığını, sıkılganlığını, sıkılganlığını görünür kıldığı için sıkılmasını başkalarının nazarından uzaklaştırmak ister kişi. Beklemek hakikaten zordur. Bir de içe kapanık, kendisiyle sorunlu yani arıza insanlar için ölüm gibidir. 




Ama bir umudu beklemek çok başkadır, şahanedir. Umudu bekleyen kişi dönüşür, dünya dönüşür. Umut doğduğunda hayat başlar yeni baştan. Umudu beklerken ise hayat büyük bir coşkuyla akar. Bir umudu beklerken kişinin kalp atışları hızlanır, sabırsızlaşır, huysuzlaşır. Doğum sırasında olduğu gibi. Kasılır, çözülür yeniden kasılır. Umut büyür de büyür k
-->âlpte bir yerlerde. Sığamaz olur kalıbına ama taşmaz da. Hakikatten daha önemli hale gelir. 


Umudu beklerken kişi gibi zaman zaman hatta çoğunlukla umut da değişir. Umudu beklerken yeşerir insan, güzelleşir. Özgür olur. Özgürlük de aslında tehlikeli değildir, belki en güvenli  yer. Özgür insan yaratana daha çok yaklaşır. Umut oluşurken başka başka şeyler de yaratılır ta ki umut gelene kadar. Bu yüzden umudu beklemek hayattır bence. Belki de bu yüzden doğum zordur. Bir şeyi yoktan var etmek güçtür. Hayat gibi. Umudu beklerken yaşamak çetin bir sınav, hayat da sınavlar bütünüdür.. Ama sınavın sonucundan çok öncesi önemlidir. Öncesi keyiflidir.