30 Mart 2010 Salı

Kağıt Helva


-->
Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen HİÇ ol. Menzilin yokluk
olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim
değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik
bilincidir.

Aşk – Elif Şafak




Elif Şafak’ın her yeni kitabı çıktığında büyük bir heyecan duyarım. Sohbetine doyum olmayan bir dostumla uzun bir aradan sonra karşılaşmış gibi. Bir solukta hevesle okurum. Belki de yakın bir arkadaşla karşılaşmaktan çok başkasının nazarında kendimi seyreder gibi. Yazarıyla en güçlü telepatik bağ kurduğum kitaplardır bunlar. Sanki ben yazmışım ya da daha doğrusu keşke ben yazmış olsaydım hissi.. Elif Şafak Mahrem’le beni vurmuştu. Cüce nazarında bir şişman olmak. Şişmanın gözleriyle dünyayı görmek. Cüce ve şişman olarak bir arada sürekli seyredilmek, yargılanmak. Nazarlarla baş etmek, savaşmaya çabalamak. Sonra Pinhan’la bağlarımız kuvvetlendi. Türkçe’nin ve hatta Osmanlıca’nın zenginliğiyle oynanan oyunlar, bazen yenilgiler, bazen zaferler..  Araf, Şehrin Aynaları, Bir Palas.. Her biriyle ayrı bir dünyanın keşfi. Bir yazar nasıl olur da bu kadar araştırmacı olur?

Roman okurken okuyucu kendisini karakterlerden biriyle özdeşleştirir ya.. Benim hayatımı dönüştüren şimdiki bene yakınlaştıran Raskolnikov olmam gibi. Elif Şafak romanlarında tam tersi sözkonusu benim için. Bu kitaplarda ben hep yazarla kendimi özdeşleştirdim.

Ama daha sonra Baba ve Piç ve ardından Siyah Süt’le özdeşliğimiz biraz yara aldı. Daha büyük bir okuyucu kitlesine hitap eden bu romanlarda üslup mu desem kurgu mu, hikaye mi yoksa duygu mu bir şeyler aynı değildi. Beni can evimden vurmadı. Aramıza mesafe girdi. Elif Şafak yeni bir roman yayımlayana kadar bu mesafe sürdü yani Aşk’a kadar. Aşk konusuna birazdan döneceğim. Önce Baba ve Piç ile Siyah Süt konusunda şu anda ne hissettiğimi paylaşmak istiyorum. Şimdi tekrar dönüp bu iki romana baktığımda ise günümüz piyasa okuyucusuna daha çok hitap eden bu romanlarda dahi kelimelerin Elif Şafakça dizildiğini görüyorum. Meğer ne güzel anlatmış kadınlık hallerini Siyah Süt’te, ne kadar gerçek. Yazar kendi içini açmış büyük bir güvenle, tüm hatalarını, sevaplarını paylaşmış. Bu güzel romanlar nasıl ortaya çıkıyor bu konuda ışık tutmuş okuruna. Daha da önemlisi önemli bir buhranını belki en yakınına bile anlatamayacağı anneliğe dair suçluluk duygusunu bile okuyucusuna anlatmış. Çok da güzel yapmış. Baba ve Piç’te de yine kadın karakterlerin zengin anlatımı kendine özgü. Hikaye kurgusu biraz mevcut Türk dizilerine benzese de Türkiye şartlarında özgür bir roman. Çoğumuzun içinde büyüyen çözmedikçe rahatlayamayacağımız konulara değiniyor. Bu romanı artık savunuyor olmam belki de bir koruma mekanizması. Zira, Elif Şafak’ın kendi romanlarına kıyasla belki en vasat roman olan Baba ve Piç’teki bir roman karakterinin düşünceleri yüzünden yargılamak istediler, tehditler savurdular. Hayali bir kahramanı gerekçe göstererek. Utandım, o dönemde pek çok başka şey yüzünden de utandım kalbim sıkıştı hala da sıkışıyor sık sık.. Neyse konumuza dönecek olursak, bu iki romana ilişkin Elif Şafak’ın değimiyle içime döndüm tahlil ettim tekrar tekrar ve romancıyla aram düzeldi.

Derken Aşk geldi. Önce kapak tasarımıyla vurdu beni. Diğer konuya hemen geliyorum. Kalbin renginde Fuad’ın ve kalp şeklinde. Sonra bir çırpıda okurken Şems-i Tebrizi’nin Aziz’e bürünmüş hali gözümde canlandı, çok net, çok gerçek. Sokakta karşılaşsam Şems ya da Aziz diye yanına koşabilirim. O kadar gerçek. Aşk Şeriatı, dönüp dönüp okumak, sindirmek, düşünmek yeniden okumak içindi.. Açtığı dar sokaklara girmek, kaybolmak, yeniden bulmak, düşmek, kalkmak.. Aşkın 40 Altın kuralını kendi aşkına uyarlamak, test etmek, edişe duymak, içini dökmek, rahatlamak.. Gerisi ayrıntıydı benim için Aşk kitabındaki, diğer hikaye öbür aşk. Ama bana bu kadarı kafi. Fazlasıyla doyurucu ve lezzetli.

Kitabın piyasaya düşmesiyle tam bir bomba gibi çakılmasıyla demek daha doğru olur, canım sıkılmaya başladı. Tartışmalar dilimde kalan leziz tortuya karşıydı sanki. Gri kapak meselesi içimi sıktı. Elif Şafak “SUS” dedim, “Aşk konuşsun”, duymadı. “Sakın ha yapma” dedim, dinlemedi. Kadını bu kadar gerçek anlatan, kadın karakterleri oya gibi işleyen, kadınlar için kafa yoran, kadın olarak hayranlık uyandıran kişi bir an için de olsa içine dönmeliydi. Yarattığı karakterlere ihanet etti. Kendine ihanet etti, bana ihanet etti sanki. Belki daha çok kişiye ulaşmak güzel, elitist bir edebiyat anlayışım yok benim. Birbirinin tek bir dokusuna bile tahammül edemeyen insanları bir hayalde buluşturmak da güzel. Daha çok okunmak, daha çok paylaşmak en güzeli ama.. İçedönük, utangaç, gizemli yüzüne, mağrur ifadesine ihanet etti. Yine hesaplaştık. Kendi içimde “Ben olsam dedim.. Yapmazdım”. Bu kez barışamadık ama küs de değiliz. Biraz buruk, kekremsi bir tortu.

Gelelim Kağıt Helva’ya. Ticari bir kitap diyenlere söyleyecek sözüm yok. Ama herkesin para kazanmaya ihtiyacı olabilir ancak kendine ihanet etmeden, yarattıklarını üzmeden. Önce kitabı aldım elime, dokundum. Bıraktım. Tekrar aldım elime Kağıt Helva’yı belki ilkinden bir ay sonra. Kapak tasarımı çok güzel değil mi? Yine. Yine bıraktım, korktum. Baba ve Piç’le başlayan Siyah Süt’le kuvvetlenen korku tüm benliğimi sarmıştı. Aşk’la bir an güven tazelendi birazcık, ufacık. Ama sonra olanlar korkumu perçinledi. Sonrasında yüzleşme sırası geldi. Yanlış anlaşılmasın “Tamam mı devam mı” yüzleşmesi değil bu. Yukarıda kendi Kağıt Helva’mda da bulunan alıntı gibi yüzlercesi “tamam” “bitti” dememe engel olur. Büyük bir ihanet olur bu hem kendime hem de Elif Şafak’a.

***

Benim özellikle sözkonusu kendim olunca zehirli bir eleştiri yaklaşımım vardır. Yerden yere vururum kendimi. Elif Şafak’ı da kendi nazarımdan ona bakarak daha Kağıt Helva çıkmadan yerden yere vurdum. İtiraf etmek hiç de güç değil. Kendim gibi eleştiri bombardımanına tuttum. Gerek yoktu benim Kağıt Helva’m vardı, Elif Şafak okuru yakınlarımla ortak helvamız vardı bir onlan ısırık alıyordum, bir kendiminkinden. Bizim gibi binlece sadık okuyucusunun da kendi kağıt helvaları vardır eminim. Gerçekten gerek yoktu.

Ben öyle sanıyordum. Yarım saatte bitti tadımlık hediye. Yarım saatte 9 özel, bazıları daha özel kitabın kırıntılarının üstünden geçtim. Ezildi mi hatıralar diye çok sordum. Hafızamda kalan güzel tortular zarar gördü mü? Hayır görmedi. Bunu söylemek kendime rağmen zor ama hiçbir zarar görmediler. Tatlı bir oyun oldu. Aynı kırıntılara mı takılmışız diye düşünerek, oyunla geçti, bitti. Aşk, İnsan, Yolculuk, Varoluş, İnanç, Zaman, Yazmak, Kadınlık, Ben ve Sen bölümleri. Ben olsam böyle bir ayrım mı yapardım. Yapmazdım. Herhangi bir ayrım yapar mıydım peki? Yine hayır. Bu kırıntıları seçince diğer parçalar üzülür mü diye hiç düşünmedi mi diye sordum. Cevap yok. Ya bütünler.. Muamma. Ama her şeye rağmen tatlı bir tortu bırakan bir hatırlama. Bu 9 bütüne ihanet etmiş olma hissi var mı? Bende var. Pembe bir ihanet belki ama var. Peki Elif Şafak’ta var mıdır? Bilemem. Çözmek zor. Ama bu sayede daha çok okunacağı kesin. İçimdeki burukluk geçer mi? Yine bilemem. Önümüzdeki karşılaşmalara bakacağız.                

MAVİFUAD

Bu uçsuz bucaksız evrende beyaz bir kağıt üzerindeki minik bir leke bile olamayan varoluşumuz küçük bir hareketle başlarmış. Kâlbin oluşumunun ardından fasulye tanesi kadar bile olamayan cismimiz ilk küçük darbe, ilk hareket yani Fuad’la can bulurmuş. Gerçeklik bu hareketin gücü, ritmi ve sesiyle hayata merhaba dermiş. Yokluktan varlığa geçiş Fuad’la başlar ritmik olarak bilinmez bir süre mutlak varlığını sürdürürmüş. Hayat yolculuğunda, yolculuğun devamını sağlayan her darbe birbirinden farklı gerçeklere belki sayamayacağımız kadar farklı ritimle cevap verirmiş. Kâlb bazen göğüsten fırlamak istercesine hızla savururken darbelerini, bazen sesini bile duymakta zorlanacağımız kadar yavaşça vururmuş bazen de ya bize kızar ya gerçekliklere hastalanır, krizler geçirir, kendine ve bize yetmez olurmuş. O an geldiğinde de sonsuza kadar hareketini, ritmini durduruverir ve mutlak gerçeklik sona erermiş.  

Fuad’la başlayan hayatta bir fon müziğinin olması gerektiğini düşünürdüm ben hep. Ama şu satırları yazarken fark ettim ki, kâlbimizin ritmi her birimizin hayatının fon müziği aynı zamanda. Her varoluş sonlandığında dünyadan bir müzik türü de yok oluyormuş aslında. Varoluştan itibaren başlangıçlar çok önemlidir, kritiktir, hayatidir. Bu sebeple Fuad da çok önemlidir. Hele de benim gibi kâlbiyle düşünen, yargılayan, öğrenen, hesaplayan, öfkelenen, sevinen, üzülen her duygusunu yani hayatı kâlbiyle sürdürenler için.. Fuad beklemektir benim için, bazen hareket halinde de olsa beklemek hayattır bana göre. 


Fuad’dan sonra diğer hayati bir unsur da Mavidir benim hayatımda. Mutlak varoluşumuz için hayati olan suyun kaynağı Mavidir, gökkubbe Mavi, yerkürenin dörtte üçü Mavi, günbatımı yani karanlık öncesi Mavidir. Bence hayat için soluduğumuz havanın rengi bile Mavi olabilir. Hayattaki tüm boşluklar Mavidir. Mavi derinliktir, derinlik hiçtir. Hiçlik Mavi. Hiç olmaya çabalayanlar için Mavi de Fuad kadar önemlidir. Zira hakikat de hiçliktir. Bunu belki de en iyi çocuklar sezmiştir. Bu yüzden belki yaptıkları resimlerin tüm boşluklarını Maviye boyarlar. Renklerden en güzeli Mavidir. Mavinin de renkleri vardır, binbir türü, tonu, kokusu. Mutluluğun resmi çizilebilir mi bilemem ama umudun rengi Mavidir. Umut kalbi sevindirendir, hayata diğer renkleri çağıran, renk cümbüşünü oluşturan. Soluk alma çabasına anlam katan, yaşama sevincini yaratandır.

Hayat beklemek ve umuttur kısaca. Mutlak varoluş için FUAD ve MAVİ aynı anda, ahenkli bir dengede bir arada olmaya başlamalıdır. Bir anda, sonuna kadar.

Mavifuad’ın burada varoluş sebebini aslında ben de tam olarak bilmiyorum. Hiç kimseyi ilgilendirmeyen, hiç de önemli olmayan harfleri bir araya getirmek için oluşturuldu. Sıradan her insanda varolan duyguları paylaşmak için, belli bir yalnızlığı paylaşmak, yalnızlığın en güzelini yaşamak için. Sıradanlığın sınırlarını zorlamak kâlbe atmak için yeni bir neden yaratmak için.