19 Ekim 2010 Salı

Ziyan- Hakan Günday

 

Genç romancı Hakan Günday'ın Ziyan romanını belki kitabın kapağını hiç sevmediğimden olumsuz bir önyargı -kesinlikle önyargı- ile elime aldım. Okuyacak daha iyi bir seçeneğim olmadığından okumaya başladım. Aslında underground romancı olarak tanımlanan Hakan Günday'ın ses getiren diğer romanlarını -Kinyas ve Kayra (2000), Zargana (2002), Piç (2003), Malafa (2005), Azil (2007)- okumamıştım. Hatta merak bile etmemiştim. Peki bu önyargı nerden geliyor hiç bilmiyorum. Ama yukarıda gördüğünüz kapak bence kesinlikle bir felaket. Fazla mesaj kaygılı olduğu için mi, içeriğe dair ipucu ötesi bilgi verme isteği taşıdığından mı yoksa iç sıkıcı derecede anlamsız karanlığından mı bilemem ama gerçekten kötü bir kapak tasarımı. 

Kapak tasarımını bir kenara bırakırsak romanda, doğuda dondurucu soğukta askerlik yapan bir erle Atatürk'e suikast teşebbüsünde bulunduğu gerekçesiyle idam edilen tarihi gerçek kahraman Ziya Hurşit'in gerçeküstü karşılaşmasını anlatılıyor. İyi bir aileden gelen, Fransızcayı çok iyi konuşabilen, üniversiteyi hayatının anlamsızlığını keşfederek bırakan kısacası elindeki pek çok fırsatı tepme tercihini seçen asosyal bir kaybedenin, hayatını inandığı ideal uğruna feda eden Ziya Hurşit'le buluştuğu ve özdeşleştiği an hikayeyi ilginç bir roman yapıyor. 

Yeraltına roman diline çok aşina olmamama rağmen romanın erin dilinden anlatıldığı kısımlar gerçekten çok akıcı ve vurucu. Zorunlu askerliğe ilişkin bilindik ve sıradan eleştiriler toplum dışı asosyallik sınırında yaşayan bir erin dilinden ve toplum içinde olmanın tek gerçek olduğu kışla ortamında anlatılması gerçekten çok etkileyici. Hayata dair korkuları olan bir kaybedenin delirme sınırında kazandığı cesaret ve ikilik hem askerliği hem toplumsal hayatı hem de bireyin yalnızlığını çok güzel bir biçimde aktarıyor. Hayatın ve toplumun bireyi boğan anlamsızlığına sıkıcılığına yönelik öfke kahramanın korkuyla birlikte yaşadığı en net duygu. Ve yazarımız bu duyguyu okuyucuya başarılı bir biçimde geçiriyor.

Tamamen mantığa dayanan, düz ve statik bir gerçeklikle tüm hayatın emirlerle aktığı noktada askerlik esnasında "ışığı kapat, kıyafetini düzelt" gibi emirlerin arasında gerçekliğin yok olmaya başlayıp hayalle-gerçek arasındaki arafta yaşayan erin ruh hali edebiyatın nimetleriyle o kadar iyi aktarılıyor ki okuyucu olarak erin intihar noktasına geldiği her delilik anına hak veriyorsunuz. İşte bu nokta donma noktası hem gerçek anlamıyla hem de bilincin donduğu, hayalin bile öldüğü sembolik anlamda.  


Ancak zorunlu askerliğe dair sıradan eleştirilerin kitabın bazı yerlerinde "bilgi verme" ve "mesaj yollama" kaygısıyla kurguyu bir bıçak gibi kesip hikayeden kısa kopuşlara neden olduğunu söylemek zorundayım. Tam askerlik sırasında yaşanan karamsarlığı ve delilik halini birebir yaşadığınız anda roman kahramanına " Zorunlu askerlik hizmeti, emek, zaman ve kaynak israfıdır. Erlik, derhal bir meslek statüsü kazanmalı ve profesyonel ordunun bir parçası haline gelmelidir." türünden laflar ettirmek gerçekten hem roman sanatına hem de kahramana haksızlık oluyor. Romanın gücünü ve akıcılığını altüst edip sıradanlaştırıyor, sanatsal değerini düşürüyor. Türk dizilerinde aptal seyirciye "Hani siz anlamamışsınızdır. Burada ailenin kutsallığına vurgu yapıyoruz" der gibi her gelişmenin kahramanlardan birinin ağzından ders verir nidada ve didaktiklikte özetlenmesi gibi. Kitap kapağındaki gereksiz mesaj kaygısının tıpatıp aynısı sözünü ettiğim.

Romanın fantastik gerçek kahramanı Ziya Hurşit'in erle ilk karşılaşmalarındaki şaşkınlık ve öfke, korku ve tedirginlik yüklü kısımlar romanın edebi yönünün belki de en güçlü olduğu bölümler ancak roman ilerledikçe Ziya Hurşit'in ağzından okuyucunun biraz da tarih bilgilerini artıralım niyetiyle verdiği bilgiler yine aynı yavan dile maruz kalma sonucunu doğuruyor. Hikayeden yeniden kopuşlar yaşanıyor. Bir diğer eleştiri de Ziyan'ın tam bir erkek romanı olması olabilir. Bu durum kuşkusuz seçilen konudan kaynaklanıyor ama yine de bir kadın olarak romanda sözü geçen tüm kadınların nesneleştirilmesi beni rahatsız etti. 




Bu arada romanın ismi  Ziya Hurşit’in sevgilisine yazdığı mektupları “Ziya’n” diye imzalamasından geliyor askerlikte harcanan zamanın "ziyan" olduğunu falan kastetmiyor sanırım!!
 
Hakan Günday külliyatı içerisinde ne kadar başarılıdır bilemem ama Ziyan hikayede, anlatımda ve zaman zaman kurguda okuyucuyu rahatsız edebilecek unsurlar  içerse de sunduğu farklı üslup için bile okumaya değer. Ben diğer romanlarını da okuyup yazarla ilgili kanaatimi güçlendirme niyetindeyim. Öte yandan, askerliğe ilişkin en ufak bir eleştirinin bile bedelinin çok ağır olduğu bu ülkede böyle bir roman yazmak da yazarın delilik sınırındaki cesareti sanırım.  

Doğan Kitap, 2009, 352 sayfa, 17 YTL 

6 Ekim 2010 Çarşamba

Manzara'dan Parçalar - Orhan Pamuk

Edebiyat




Baştan söyleyeyim, Orhan Pamuk'un romancılığına hasta olmuş bir kişiliktir karşınızdaki. Her romanını bir solukta okuyup, onunla aynı dili konuşup, aynı atmosferi soluduğu için kendini mutlu, onunla aynı topraklarda doğduğu için şanslı hisseden ve hatta bu nedenle -çoğu zaman olmayan- milliyetçilik duyguları kabaran biriyim. Bu nedenle bu kitapla ilgili çok da  -hatta hiç- nesnel bir yorum yazamayacağımı söylemek isterim. 

Orhan Pamuk bu yeni kitapta, çocukluğundan başlayarak hayatını, babasının ölümünü, siyasi dertlerini, futbol oynarken ve daha da önemlisi romanlarını yazarken neler hissetiğini, sivri sineklerle mücadelesini, sevdiği yazarları, eski ressamları, kadınlarla ilişkilerini, erkeklik hislerini, berber maceralarını, deprem korkusunu, daha önce yayımlanmış birkaç röportajını, New York anılarını, annesinin sigara böreği tarifini, abisiyle ilişkisini ve bunun  dışında bazıları sıradan ama Pamuk anlatınca ilginç bir hale bürünen tecrübelerini içtenlikle okuruyla paylaşıyor. Düşününce bile heyecanlandığım bence Türk romancılığının belki de en şahane örneği Kara Kitap'tan yayımlanmayan bir küçük kesit, küçük bir çocuk gibi heyecanla oluşturduğu Masumiyet Müzesi projesinin gelişimi de var bu kitapta. Daha neler neler... 


Kısacası Pamuk'un hayat, sanat ve edebiyat hakkındaki denemelerinden oluşan ve tutkunu olduğu 1970'lerin İstanbul'u, Nişantaşı, Çukurcuma'yı anlatan bu kitabı, bu yönüyle ele aldığımızda ise pek çoklarına göre, bir tekrardan ibaret olabilir. Özellikle de Öteki Hayatlar başta olmak üzere yazarın tüm kitaplarını okumuş biri için. Pamuk bu kitapta yeni birşey söylemiyor ve İstanbul takıntısını da göz önünde tuttuğumuzda hatta Pamuk artık yalnız bu konuları yazıyor da diyebilirsiniz. Bunun ben de farkındayım ama hiç önemli değil, çünkü Pamuk her daim yeni bir ifade, harika bir duygu ile sizi sarsabilir. Temcit pilavı gibi aynı konuyu döndürüp dolaştırıp anlatsa bile ben hiç usanmadan "Biraz daha anlat, biraz daha anlat" derim. Pamuk'un şahane anlatımını, hissettiği ve aktardığı duyguyu okuyucusuna aktarma gücünü onu okumayan bilemez, anlayamaz. 

Sıkı bir Pamuk hayranı olarak bu kitapta en çok neye vuruldum derseniz ise cevabım kitabın bana Orhan Pamuk'un oturma odasında sohbet ediyormuş izlenimi vermesi ve yazarı en insan haliyle aktarmasıdır. Ve ciddi, ağırbaşlı, çekingen asosyal bir çocuğa benzeyen dış görünümünün ardında hayalperest, şaşkın, yaramaz ve heyecanlı başka bir çocuğun saklandığını göstermesi. Roman yazma tutkusunu ve hatta takıntılı aşkını okuyucuya geçirmesi, hiçbir cemaate ait olmama haklı mücadelesini paylaşması, suçluluk duygusunu, garipliklerini ve yalnızlığını paylaşması. Yani Orhan Pamuk'a ve romancılığına dair ayrıntılar, beni daha da meraklandıran yüzlerce ayrıntı... Kaynağından dedikodular, yazarla paylaşılan ortak takıntıları mutlulukla keşfetmek. Hayatını yazmaya adamış, bu nedenle her gün yalnızlaşmış bir adamın hayatının satır aralarında kimsenin anlayamayacağı sırlar bulmaya çalışmak. Benim kitabı elimden bırakmamamı sağlayan sebepler bunlar.




En kişisel sebep ise beni yazma konusunda teşvik etmesi, cesaretlendirmesi, sanki satır aralarında bana "yaz, yaz, yaz" diye mesajlar yollaması. Benim de içimden ona "evet, yazacağım"  cevabı vermem.

Bu arada, daha az önce okudum. Orhan Pamuk kitabıyla ilgili Banu Güven'e verdiği röportajında, "Önemli olan aslında kimliğimiz değil, insanlığımızdır. Evet, insanlığımızla kimliğimiz birbirine yakındır; ama, insanlığımızın kimliğimizi aşan bir yanı vardır. Tarihe olan borcumuz, insan olmaya olan borcumuzdan daha azdır" demiş. İşte bu ifadeler bile neden Orhan Pamuk'un benim yazarım olduğunun ve yazdığı her satırın okunması gerektiğinin en net kanıtı. 

Sözün kısası, bu kitabı Orhan Pamuk'la ilgili önyargılarından kurtulmak isteyen, bir yazarın hayatını merak eden, hayata, edebiyata, insani korkulara dair ilginç denemeler okumak isteyen, Pamuk'un insani yönünü tanımak isteyenlere şiddetle tavsiye ediyorum!

Son olarak, karamsarlığıma, çoğu zaman ruhumu kemiren suçluluk duygusuna ve dünyadaki her kötülükten sorumlu olduğum hissine aşağıdaki açıklamayı getirdiği için yazara teşekkür ediyorum.

 "Bazıları doğarken suçluluk duygularıyla doğuyor, bazılarının payına ise bu duygudan hiçbir şey düşmüyor. Doğuştan hiçbir suçluluk duygusu edinemeyenlerin tek korkusu var: Cemaatten ayrı düşmek. Bunun için herkes gibi düşünüp herkes gibi yaşamak yeter. Suçluluk duygularıyla doğanlar ise işlemedikleri suçlarla da dertlenir, yalnız yaşar, yeraltından ve romanlardan hoşlanırlar. Sonunda onların asıl suçu, duydukları bu suçluluk duygusu olur. Allahım, ben bunu niye yaptım demeye başladığımız zaman, daha yalnız ve daha zengin bir ruhsal hayat bizi bekler. Tasavvufla  ya da Dostoyevski ile biraz ilgilenenler, derin ve zengin kişiliğin "suçluyum" demekle kurulacağını bilirler."

İletişim Yayınları, Çağdaş Türkçe Edebiyat, 25 YTL

Dava - Franz Kafka


Edebiyata olan ilgimin ve romanlara olan tutkumun en önemli sebeplerinden biri de Doğu Avrupa edebiyatıdır. Ortaokul yıllarından beri takip ettiğim başta Dostoyevski olmak üzere Doğu Avrupalı ve Rus romancılar, edebiyatı sevmeme yardım etmenin yanı sıra kişiliğimin oluşumunda da büyük bir katkı sağladı.  

Franz Kafka'nın "Dava" romanı Doğu Avrupa romanının en güzel örneklerinden biri. Türkiye'den alışık olduğumuz absürd bürokratik süreçlerin en güzel örneğinin verildiği romanda, bir sabah hiç açıklanmayan sebeplerden ötürü tutuklanan Joseph K’nın hayret verici bir yargı süreciyle mücadelesinin kasvetli hikâyesi anlatılır. 
Yıllar önce okuduğum bu şahane romanının çizgi roman biçiminde yeniden yaratılmış  biçimini dün okudum ve bayıldım. Dünya klasiklerinin çizgi roman biçiminde yeniden okuyucuyla buluşması beni çok heyecanlandırdı. Bu müthiş romanı işinin ehli bir çizerin kaleminden yeniden okumak hem çizgi roman özlemimi giderdi hem de harika vakit geçirmemi sağladı. En baştan söyleyeyim, bu çizgi romanı okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum. Bu şahane uyarlama, romanı yeniden okumaya teşvik etmesi bakımından da önemli bir işlevi var. Ayrıca çizgi romanda kahramanımız Joseph K'nın Kafka'nın gerçek görüntüsünden esinlenerek çizilmesi bence çok iyi bir fikir. 
Biraz da "Dava"nın içeriğinden bahsetmek istiyorum. Eserde, bilinmeyen suçlamalar karşısında masumiyetini kanıtlama konusunda giderek umutsuzlaşan Joseph K'nın otoriter bürokrasiyle absürd savaşı anlatılıyor. Bilmediği bir suça karşı kahramanın kendini savunmak için çaldığı kapılar ve yaşadığı ilginç deneyimler etkileyici bir dille anlatılıyor. Eserde ince bir mizah anlayışıyla saçma bürokratik süreçlerle de alay ediliyor.

Kendisi de hukuk fakültesi mezunu olan Kafka, bu romanı hayatı boyunca çalıştığı Prag Sigorta Kurumu’ndaki işinden eve döndükten sonra, geceleri yazdı. Onun köhne profesyonel yaşantısıyla bu başyapıtında inşa ettiği muazzam bürokrasi hayaleti arasında bağlantı da olayın absürdlüğünün yanı sıra gerçekçiliğini de ortaya koyması bakımından büyük önem taşıyor. 

Kafka genellikle karamsar ve karanlık ortamlarda geçen absürd hikayeleri ince bir mizah anlayışıyla aktarır. Çizgi romanda da yazarın romanlarında oluşturduğu karanlık atmosfer başarılı bir biçimde oluşturulmuş. Ancak yazarın anlatım kıvraklığını ve oluşturduğu absürd olay örgüsünü daha iyi görmek için romanlarını okumak şart. Kafka'nın eserlerinin en önemli özelliği neden-sonuç ilişkisine yer verilmemesi ve okuyucunun olayları tam olarak kavrayamaması. Bu eser de bunun güzel bir örneği. 

'Dava’nın çizgi romana uyarlama sürecinde iki önemli usta görev almış. İlki Fransız sanatçı Chantal Montellier, diğeri ise bir Kafka uzmanı David Zane Mairowitz. Chantal Montellier Fransa’nın önde gelen “bande dessinée” sanatçılarından. Yazar David Zane Mairowitz ise aynı zamanda oyun yazarı, radyo yönetmeni ve çevirmen. Çizgi romanın çevirisi ise sinema yazarı ve çevirmen Kutlukhan Kutlu'ya ait. 

Kafka'yla ilgili bir iki önemli bilgi daha vermek isterim. Hristiyan bir toplumda Yahudi, Almanca yazan bir Çek olan ve sigortacılık mesleği yüzünden  yazmaya vakit ayıramamaktan şikayet eden Kafka'nın hayatı da aslında eseri kadar absürd. İşi nedeniyle gece geç saatlere kadar oturup zor şartlarda eserlerini kaleme alan bu önemli şahsiyet, romanlarını yayımlamak amacıyla yazmıyordu. Bu nedenle 40 yaşında tüberkülozdan ölmeden önce Kafka, yakın dostu gazeteci Max Brod’dan kendisi öldükten sonra tüm eserlerini yok etmesini istedi. Ancak dostu Kafka'nın bu son isteğini yerine getirmeyerek, edebiyat severlerin bu şahane yazarla tanışmasını sağladı. Kafka’nın diğer iki romanı 'Şato' ve 'Amerika' da Kafka hayattayken yayımlanmadı.



















NTV Yayınları, Çizgi Roman Dünya Klasikleri serisi, 10 YTL 

24 Ağustos 2010 Salı

Muz Sesleri- Ece Temelkuran

 Ece Temelkuran, kalplerin yağmalandığı yerden anlatıyor hikâyesini; Ortadoğu’dan. Bizden alıp döküntülerini iade ettikleri hikâyelerimizi geri almak için… Aşklarımızı, acılarımızı, haysiyetimizi… Yağmalandıkça kapattığın kalbini aç şimdi. Çünkü bu senin hikâyen. Sen de Ortadoğulusun!

Şimdiye kadar sadece köşe yazılarından tanıdığım Ece Temelkuran'ın ilk romanı Muz Sesleri bu iddialı tanıtım yazısıyla merakımı uyandırdı. Yeni romancı keşfetme arsızı olarak hemen edindim. Temelkuran'ın romana ilişkin mülakatları da hikayeye yönelik merakımı körükledi. Baştan söyleyeyim büyük bir beklentiyle aldım elime kitabı. 

Daha başlarken ilk olumsuz eleştirim kitabın kapağına. Ciltli kitap modası Türkiye'de sanırım iyice yerleşmiş. Bu tarz kapaklar kitabın çok önemli bilgiler ya da  hikayeler anlattığı izlenimi uyandırır bende. Belki de kutsal kitapların, dini kitapların, ansiklopedilerin, kaynak kitapların falan hep ciltli basılmasından kaynaklanıyor bu önyargı. Mülkiyet duygusu en çok kitaplar konusunda gelişmiş -fazlasıyla- biri olarak hoşuma da gider ciltli kitaplar. Eline alırsın, sert yüzeyinde parmakların dolaşır, resmine, başlığın harflarine dokunursun, koklarsın.. Güzel bir histir. Lakin, Ece Temelkuran'ın kitabının kapağı tam bir hayalkırıklığı. Başlık için seçilen karakterleri çok aramışlar mıdır merak ediyorum.. Hele bir muzla kavgaya hazırlanan yumruk çok abuk. Bir aşk romanına hem de Ortadoğu'yu kendisine anlatan iddialı bir romana hiç uymamış. 

 
Yazarının değimiyle iki buçuk aşkın anlatıldığı romanda, aşka dair birkaç afili cümle dışında dikkate değer hiçbir şey olmaması ikinci eleştirim. Roman sadece yazarının Beyrut'a duyduğu aşkı hem de çok net ve güzel bir biçimde aktarıyor. Ece Temelkuran'ın aidiyet duygusu olmayan insanların şehri olarak tanımladığı Beyrut'a olan aidiyetini şehirle iligili seçilen her kelimede hissedebiliyorsunuz okuyucu olarak. Ve Beyrut'un yazar için sadece bir şehir olmadığını da. Bu pek çok okuyucuya fazla kişisel gelebilir ya da Beyrut'a ilişkin kimi güzellemelerin romandaki akıcılığı bıçak gibi kesmesi de rahatsız edici olabilir ama ben romanda belki de en çok Beyrut anlatımlarını sevdim. Her ne kadar bu anlatım Beyrut'a hayali bir tur yapma imkanını tanımamış olsa da.
Romanı roman yapan nedir derseniz. Hemen herkes önce hikaye, sonra kurgu, kahramanlar der. Bu romanda da bu öğelerin hemen hepsi var ama yarım yamalak. Hikaye gerçekten anlatılmaya değer. Evsizlerin şehri, Ortadoğu'nun sürekli savaşla beslenen Paris'i ni bir Filipinli ile Suriyeli'nin gözünden anlatmak çok iyi fikir. Ama kurgu o kadar kopuk kopuk ki bir türlü hikayeye kendinizi kaptıramıyorsunuz. Gelelim karakterlere, bazı yönleri  çok gerçekçi olmasına rağmen hayalinizde bir türlü ete kemiğe bürünemiyorlar. 
Minyatür bir Beyrut olan eski apartmanın sakinleri roman kahramanları. Yoksullara dokunmamak için fazla ekmekleri kapının önündeki ağaca astıran apartmanın sahibi Zeynab Hanım, bunak kocası Hadi Bey, 82’de Şatila Kampı'nda ölen Filipinli annesinin ve Filistinli doktor babasının izini sürmek üzere Beyrut’a gelen hizmetçi Filipina, taksici Nasır ile karısı Ayşe, homoseksüelliğini reddedip, her gün başka bir kadınla ömür çürüten Jan, Filipina’ya aşık olan Suriyeli kapıcı Marwan, Ermeni kızı palyaço Setanik ve sevgilisi Filistinli Wissam. Romanın Oxford kısmında, eski sosyalist bir babanın kızı olan ve Ortadoğu üzerine bir tez hazırlayan Deniz ve kafası karışık sevgilisi Deniz'i kalıba sokmaya çalışan fazla "Batılı" fazla "düzgün" Tunç ve bu apartmanın hikayesini yazmaya kararlı Batının kimlik takıntısına takık Deniz'in yeni aşkı Ziad. 
Roman kahramanlarını ilk akla gelen özellikleriyle bu şekilde yanyana sıraladığımızda "Of be ne zengin kadro varmış romanda" hissi uyandırabilir ama bu karakterlerin hemen hemen burada aktardığım özelliklerin içine hapsedildiğini söylemek zorundayım. Roman karakterlerinin hiçbir derinliği yok. Sanki karikatürize edilmiş tüm kahramanlar ama o da olmamış. Sanki henüz olgunlaşmamış ama leziz olacağı her halinden belli olan bir meyvenin ham halinin tadını bırakıyor ağzınızda.
Karakterleri güdük kalmış bu romanda "Beyrut hikayeler şehri ve amacım hikaye anlatmak" diyen yazarın esasında güzel olan hikayenin içini biraz boşalttığın da acı ama gerçek. Romanın en güzel kısımları ise Doktor Hamza'nın kızı Filipina yazdığı mektuplar. Sanki Temelkuran sadece bu kısım üzerine kafa yormuş, bu mektupları incelikle düşünmüş gibi.  


Yukarıda sıraladığım tüm eleştirilere rağmen asıl tuhaf olanı romanda beni gülümseten, şaşırtan ve ürperten kısımların da olması. Belki de bu kitap bir roman değil de kimileri çok akıllıca yazılmış aforizmalar kitabı. Deniz'in Batı'ya ve hatta Oxford'a ilişkin düşüncelerini beğendim. Batılı şehirlerin insanı daraltan, hapseden düzgünlüğü, temizliği, öngörülebilirliği ve tamamlanmışlığı Oxford betimlemelerinde çok güzel aktarılmış. Batılıların sorunları, aşkları ilişkileri eşit parçalara bölerek anlama ve çözümleme takıntısı, kimlik bunalımı ve kimliksizlik özlemi. Bir Türk'ün hele de bir Türk kadının kendini Batı'da Doğulu değil Batılı, Doğu'da da Doğulu hissetmesi ya da bu ikisini çok hissedememesi... Kitabın beni etkileyen kısımları bunlar oldu işte. Sırf bu yüzden de okunmaya değer benim için. 

Ece Temelkuran bazı düşünceleri kısa cümlelerle çok çarpıcı bir biçimde anlatma konusuna çok başarılı. Ama iyi bir roman için çok daha fazlasını yapabilmeli. Başta iyi bir kurguyla, akıcılık olmazsa olmaz. Şimdi düşündüm de Temelkuran'ın köşe yazıları da romanı gibi. Çoğu birbirinden kopuk fikirlerin sıralandığı akıcılık sorunu yaşayan metinler. Ben aslında onun köşe yazılarını da kısa çarpıcı ifadelerle oluşturduğu birkaç cümle için okuyurmuşum, meğersem...



19 Ağustos 2010 Perşembe

İstanbul Hatırası - Ahmet Ümit

İstanbul... Doğduğum şehir değil belki ama hamurumun yoğrulmaya başladığı, şimdiki varlığımın oluşmasındaki en kritik aktörlerden biri. İstanbul, benim şehrim. Aşık olduğum, aşkı bulduğum ve aşkla ayrıldığım şehir.. Aidiyet duygumu ne yazık ki yitirmeye başladığım son dönemde kendimi hala ait hissettiğim kaotik güzellik. Kaosun en güzel harmanlandığı büyük doluluk, boşluk ve hiçlik. Havasını soluduğum, bakımsız sokaklarında amaçsız uzun uzun yürüyebildiğim için kendimi ayrıcaklı hissettiğim yer. Son günlerde keşke orada olsam da atsam kendimi sokaklara; Sultanahmet'i, Sarayburnu'nu, Ayasofya'yı ayaklarımı yere sağlam basarak dolaşsam yine amaçsız, diye kıvandığım şehir. Bu hissi yaşatansa Ahmet Ümit'in İstanbul Hatırası isimli romanı. Tam bir İstanbul güzellemesi.. Bir aşığın maşukuna yazdığı bir aşk mektubu gibi. Ama polisiye roman kılığında.



İyi bir polisiye roman okuyucusu değilim aslında. Bu nedenle çok iyi bir eleştiri yapamayabilirim. Hikaye İstanbul'un Byzantion olan ilk adını aldığı bir kutsanma töreninin anlatılmasıyla başlıyor. Ardından günümüze kadar yedi tepeli şehrin tarihi mekanlarına bir bir bırakılan avuçlarında şehrin en önde gelen imparatorları adına bastırılmış madeni paralar bulunan cesetlerin sırrını araştıran başkomiser Nevzat ve ekibinin maceraları anlatılıyor. Tarihi yarımadanın farklı yerlerine bırakılan bu cesetlerin kimlikleri araştırıldığında ise bu kişilerin şehri en iyi tanıyanların başında yer almalarına karşın şehrin dokusuna ihanet eden insanlar olduğu ortaya çıkıyor. İstanbul'a ihanet edenlere karşı öfkeyle birlikte katillere hak vermeye başlıyor okuyucu içten içe. Peki katil kim? 

Açıkçası roman boyunca benim umrumda bile olmadı bu sorunun cevabı. Hiç de "katil kim olabilir acaba" diye durup düşünmedim. Oysa hikayedeki gerçek kişi sayısı o kadar çok, yazarın verdiği ipuçları o kadar netti ki, iyi bir polisiye okuyucusu katili şıp diye bulup, kitabı okumanın amacı ortadan kalkacağından yarısında bırakabilirdi romanı. 
 
Ben dediğim gibi hem polisiye roman türünden anlamadığımdan hem de ince ince dokunan binlerce yıllık tarihi şehri bu kadar aşkla anlatan romanın arka fonunun -bence baş kahramanı- İstanbul'un hikayesine odaklandım. Çoğu sıkıcı tarih kitaplarına taş çıkaracak bir bilgi birikiminin ürünü olan lezzetli satırların arasına daldım ve tarihte soluksuz bir yolculuğa çıktım İstanbul'da. Farklı İstanbullarla karşılaştım, şehrin önemli mekanlarının meydana geliş serüvenlerine kaptırdım kendimi. Şehrin sırrını çözmek o kadar keyifli geldi ki cinayetlerin oluşturduğu yap-bozu çözmeyi düşünmedim bile. Rüyalarımda hipodromda gladyatörler benim için karşı karşıya geldiler, yani o kadar söyleyeyim. Gördüğüm eski dönem filmlerinin kahramanları, eski İstanbul resimleri, dinlediğim İstanbul'a dair şehir efsaneleri, çeşitli dönemlere dair eski zaman tanrıları, tanrıçaları, çeşitli ülkelerdeki müzelerde gördüğüm tablolardaki olaylar, rüyalarıma girdiler arsızca. Kaosun içinde büyük bir cümbüş yaşandı bilinçaltımda. Tabi İstanbul'a adanmış müthiş şarkıların yaptığı fon müziği eşliğinde. Komiser Nevzat meğersem benim eski bir tanıdığımmış, Kral Byzantion'un kutsanma törenini tanrıçalarla birlikte gözyaşları içinde izlemişim. Daha neler... 

Evet, bu kitap "Şimdi İstanbul'da olmak vardı anasını satayım" dememe neden oldu, hem de defalarca.. Bir taraftan eski zaman serüvenlerini okurken bir taraftan da İstanbul'a ilk gittiğimde gezeceğim yerlere ilişkin güzergah belirledim kafamdan.. Topkapı Müzesini, Ayasofya'yı, Beyazıd'ı, Sultanahmeti, Eyüp'ü, Ayazma'yı, sarnıçları, Yedikule zindanlarını, Mimar Sinan'ın şaheserlerini ve tabi ki türbesini... Tüm tarihi yarımadayı artık gücüm yettiğince arşınlayacağım. Ama bu kez daha da bilinçli olarak. Araştırmacı romancılara büyük saygım vardır, bu noktada Ahmet Ümit'e teşekkür borçluyum verdiği nefis, doyurucu bilgiler için. Her sayfada bilmediğim ne çok şey varmış İstanbul'a dair bir araştırayım hissi yarattığı için. Bu saydığım bakımlardan çok başarılı bir esere imza attığı için de tebrik etmeliyim.  Bu arada bu kitap yabancı dile çevrilse İstanbul'a turist patlaması olabilir. Bunu da söylemeden geçmeyeyim. 



Gelelim Ahmet Ümit'in romancılığına. İlkin roman karakterlerinin biraz yüzeysel anlatıldığını düşünüyorum. İstanbul tarihine odaklanınca bazı noktalar gözden kaçmış sanırım. Örneğin, komiser Nevzat'ın İstanbul hayranı bir komiser olması ve çocukluğuna dair bilgiler güdük kalmış. Ben Nevzat karakterinin ailesini kendisine karşı hazırlanan bir suikastta kaybetmiş polis klişesine dayandırılmasına üzüldüm açıkçası. Yardımcı komiser Ali'nin Deliyürek, Zeynep'inse Arka Sokaklar dizisindeki güzel komiser Zeynep'i hatırlatan karakterler olmasına. Diğer karakterler de klişe kaçmış sanki bazı kahramanlar karikatürize edilmiş. Topkapı Müzesi müdüresi gibi.. 
Hikayeyle ilgili çok ayrıntı vermek istemem ama romandaki karakterlerin cinayetlere ilişkin değerlendirmeleri ve ruh çözümlemeleri ise bir roman için oldukça zayıf. Daha önce de söylediğim gibi bazı mantık hatalarına rağmen katili bulmak hiç de zor değil. Bu da polisiye romanların ruhuna aykırı değil miydi?

Hikayedeki tarihi öğeler ise yerli yerine otursa da bazı yerlerde gerilimi neredeyse tamamen yok etmiş. Benim kitabı okurken cinayetleri unutup İstanbul tarihine odaklanmamda da bir yanlışlık yok mu? 

Sözün kısası İstanbul Hatırası kitabı, roman olarak hele de bir polisiye roman olarak yetersiz kalsa da şahane bir İstanbul güzellemesi. Okumaya değer, bu kitabı okumak kesinlikle zaman kaybı olmaz. 
 

28 Nisan 2010 Çarşamba

Gerçek Dogville Türkiye'de yaşanıyor

Yedi aydır "Güzel ve yalnız ülkem"in çok uzağında Atlantik kıyısındaki bir masal ülkesinde yaşıyorum. Havası, doğası ve mekanlarıyla beni bir masalın içinde yaşatan bu ülkede belki aldığım her nefeste kendi ülkemi özlüyorum ve buranın karşısında tüm güzelliklerine rağmen kendi ülkemi yüceltiyorum.  Evimi yüceltirken burayı bu sevimli yeni evimi küçültmüyorum sanılanın aksine. Aslında gerçek evimi de bilmiyorum artık. İlk nefesten itibaren benim evim hepimiz başka noktalardan baktığı aynı gökkubbe değil mi? 

Ama son günlerde aldığım haberler beni tüm evlerimden soğuttu sanki. Rahat nefes almam biraz havanın ağırlığından biraz da duyduklarımın gördüklerimin etkisinden zorlaştıkça zorlaştı. Havada asılıp kalan toz zerreleri gerçekleri biraz daha kapatsa belki biraz daha iyi olur, belki de en kötüsü bu olur. Bilemiyorum. 

Dünya üzerinde göstermelik de olsa çocuklara özgü bir bayram olan tek ülkede çocuklara yaşatılan karabasan gördüklerim ve göremediklerim kanımı donduruyor. Masallardaki kötü kahramanlardan daha kötü bir gerçeklikte insanoğlunun belki tek mucizesine yaşatılan bu karabasan herşeyden önce insanlığımdan utanmama neden oluyor. Zalim gerçeklik değiştiremediğim varoluşumdan utanç duymama neden oluyor. 

Lars Von Trier'in 6 sene önce izlediğim insan doğasını yerden yere vuran Dogville filmini hatırlattı bana bu yaşananlar. Benim de ucundan son dönemini yakaladığım ahlakın, iyi insan olmanın, masum çocukların yüceltildiği ülkemde Siirt'te, Manisa, İzmir'de bilmediğimiz başka mekanlarda yaşanmış ve belki halen de yaşanan karabasanlar Dogville'dekinden çok daha iç karartıcı, çok daha gerçek. 2 ve 3 yaşında iki çocuğun hele de başka çocukların cinsel, fiziksel, ruhsal şiddetine maruz kalmasını kaldıramıyorum. Ya da başka bir noktada başka çocukların kendi ailesinde yaşamak zorunda kaldığı karabasana. Hele de koskoca bir kentin tüm insanlarının bu karabasana karışmasına, göz yummasına, desteklemesine, üstünü örtmesine. Ne yaman bir dayanışma bu böyle. 



Dogville'de 1930'lar Amerikasında bir kasabada insan doğasının değer yargılarını, hakkaniyetini, ahlakını, merhametini kendi keyfine göre nasıl ayaklar altına aldığı tüm çıplaklığıyla işleniyordu. Filmde beni altüst eden bir mesaj da kötülükleri maruz görmenin, anlayış göstermenin yanlışlığının vurgulanmasıdı. Bazı kötülükleri anlamaya çalışmak, affetmek, merhamet etmek kötünün içindeki kötülüğü daha da acımasız hale getirirmiş. Yaşadığımız gerçeklik de bunu göstermiyor mu? 

Bu gökkubbe altında yaşanan tüm kötülüklerden bir noktada hepimiz mesulüz. Görmediğimiz için, durduramadığımız için, engelleyemediğimiz için, yok edemediğimiz için, gücümüzün yetmediği için, yetemeyeceğini düşündüğümüz için, sessiz kaldığımız için, görmezden geldiğimiz için. En önemlisi de affettiğimiz için. İnsan olduğumuz ve daha da önemlisi olamadığımız için. Tüm kötülüklerin suç ortağıyız. Suçluyuz elimizden birşey gelmediği için ve gelmeyeceğini düşündüğümüz için.  İncittiğimiz tüm çocukların ahı hepimizin üzerinde.. Başka çocukları inciten çocukların suçu hepimizin suçu. Sezen "Masum değiliz" diyor ya eksik. Suçluyuz, suç ortağıyız. Olabilecek en adi suçun ortağıyız. Günahkarız. Siirt'teki o ilçede yaşayanlardan çok daha temiz değiliz. 

En kötüsü de, içime sindiremediğim en feci durum da Siirt'te bir ilçe dolusu insanının masum çocuklara yapılanları irenç bir dayanışmayla sürdürdüğünü ve üstünü örtmeye çalıştığını öğrendiğim ilk anda hissettiklerim. İnsanın nefesini kesen kötülüğü beynimin algılamasıyla onun gerçekliğini bir anda doğrulaması oldu. "Güzel ve yalnız" ülkemin insanının bu vahşi dayanışmasının gerçek olduğunu, olabilmesinin mümkün olduğunu hissetmek mide bulandırıcı değil mi? Keşke bu kadarı da doğru olamaz diyebilseydim.


16 Nisan 2010 Cuma

Marifetler

 

Roman okumak benim dolu zamanlarımı en güzel dolduran faaliyet. Çocukluğumdan beri hikayelerin dünyası benim en iyi vakit geçirdiğim dünyam. 13-14 yaşından beri özellikle geceleri uyumudan önce hikayelere dalmak, onlarla birlikte de uykuya dalmak benim en büyük tutkum, eğlencem. Her ne kadar bu alışkanlığımı son dönemde biraz kaybetmiş gibi olsam da. Ama hala birkaç sayfa okumadan uykuya daldığımda kendimi bir sorumluluğumu yerine getirmemiş gibi hissediyorum yani suçlu. Ne güzel. Okumayı en çok yatmadan önce seviyorum çünkü bir hikayenin hayaliyle kendi hayal dünyanın birleştiği anda uykuya dalmak şahane. Bu yüzden hikayelerin dünyasına "benim dünyam" diyorum. Yalnız bu durumdan önce anne-babam sonra ev arkadaşlarım ve şimdi de sevgilim çok hoşnut olmayabilir. Zira, çoğu gece elimde kitap yarı oturur yarı yatar bir durumda uyuyakaldığım için arkamı toparlamak onlara kalıyor. Elimdeki kitabı kaldığım yeri kaybetmeyecek şekilde almak, üzerimi örtmek ve ışığı kapatmak gibi..  

İyi hikayeleri, güzel bir dille, iyi oluşturulmuş bir kurguyla anlatan her türlü romanı büyük bir ilgiyle okurum. Ama eskiden beri bilimkurgu ve fantezi türüyle aram hiç iyi olmadı. Kendi standartlarımda ortalamanın üzerinde bir okuyucu olmama rağmen kült sayılabilecek fantezi romanlarını bile okumadım. Mesela Yüzüklerin Efendisi. Birkaç kez elime aldım ama 2 sayfa bile okuyamadan vazgeçtim. Masalları çok sevmeme rağmen büyüklere masallar anlatan bu yaratıcı ve zekice olduğunu düşündüğüm kitaplardan neden uzak durduğumu hala bilmiyorum. 

Bilim-kurgu ve fantazi camiasının tanrıça olarak nitelendirdiği Ursula Le Guin'in Marifetler isimli romanını dün bitirdim. Açık söylemek gerekirse okumaya başlamadan önce ben ne yazarı biliyordum ne de kitabın tam konusunu. Kitap kapağı arkasındaki tanıtım yazısını okudum ve evimden uzaktaki yeni evimde çok da altarnatifim olmadığından başladım okumaya. 

Kitapta küçük kabileler halinde yaşayan dağ topluluklarının sahip oldukları doğaüstü güçlerle  -yani marifetler- hayatta kalma savaşı ve bu savaşın ortasında hem marifetini hem de yaşam amaçlarını sorgulayan iki ergenin dünyasını anlatıyor. Marifet ise "Eğer savaşmazsan ele geçirilirsin, soyun sona erer. Marifetler bu işe yarar, verdiği güçler sayesinde"  cümlesiyle özetleniyor arka kapaktaki alıntıda.

Anarşist olarak tanımlanan Le Guin'in bu kitapta ova ile dağ toplumları arasındaki gerilimle köylü- şehirli arasındaki çatışmalara, farklı marifetleri olan topluluklar arasındaki arı soy yaratma çabasıyla ırkçılığa, marifetlerin özünde doğaya uyum sağlama ve düzeni koruma amacıyla verilmiş olabileceği savıyla insan ırkının hırslarıya mecbur olduğu doğaya açtığı savaşa dair mesajlar veriyor. Romancı tutarlı bir yerinde kendini konumlandırdığı ideolojisini de satır aralarında aktarıyor. Ancak bunu yaparken göze batmamaya, okuyucuyu sıkmamaya ve hikayesinin zenginliğine ve üslubunun rengine özen gösteriyor. 

Çocuk masallarında verilen mesajlardan çok daha ince düşünülerek verilen mesajlar bu masalın doğasını hiç bozmamış. Ben en çok bu yönünü sevdim Marifetler'in. Bir de feminist tanrıça Le Guin'in kadın kahramanlara hikayede verdiği kilit roller beni pek bir memnun etti. Hiç de sırıtmıyordu üstelik. 

Yazarın hayal gücünün çok güçlü olduğu muhakkak.  Özellikle Mülksüzler ve Yerdeniz serisi kült bilimkurgu romanları arasında gösteriliyor. Bu romanda da yarattığı dünya renkli ama benim beklentimi karşılamadı. Romanı okurken yazar hakkında edindiğim bilgiler ve hayalgücüne yönelik övgülerle yükselen beklentim tam olarak karşılanmadı. 

Yine de Marifetler okunmayı hak eden bir roman insanın doğayla küskünlüğünün yaratabileceği felaketleri düşündürdüğü için bile okunmayı hakediyor. Hikaye kurgusu da güzel.  Akıcılık sorunu yok. Peki beni bilimkurgu-fantazi türüne yakınlaştırdı mı? Bundan emin değilim ama Mülksüzler ile şansımı bir kez daha deneyeceğimi söyleyebilirim. En kısa zamanda. 

12 Nisan 2010 Pazartesi

Korkma ben varım!!

-->"Korkma Ben Varım!" kaosun günlük yaşamın eşanlamlısı olarak görüldüğü bugünün koşullarında çok iddialı bir vaad. İddialı olmasının yanında kişiyi özel ve güzel hissettiren cümlelerin belki de en cesuru. Murat Menteş'in aynı isimli romanı Türk edebiyatı için çok iddialı ve bir o kadar da başarılı bir eser. Zira son dönemde en iyimserlerimiz için bile üzerinde düşünülebilecek, kafa yorup yorumlanabilecek, cümleleri tekrar tekrar okunabilecek araştırmacı romancı bir elin parmaklarını geçmez. 


Murat Menteş'le ben ilkin "Dublörün Dilemması" isimli romanla tanıştım. İnsanın kafasını karıştıran, bir dakika ne güzel bir betimleme deyip bazı cümleleri tekrar tekrar okunan eğlenceli bir o kadar da yaratıcı  bir roman olan Dublörün Dilemması beni yeni bir kıta keşfetmişcesine heyecanlandırmıştı. Murat Menteş'i Alper Canıgüz'le birlikte keşfetmiştim. "İki genç bomba gibi romancı geldi Türk edebiyatına, yaşasın" demiştim. Menteş'i Canıgüz romanlarının biraz önüne yerleştirmiştim kütüphanemde sonra da yeni romanı beklemeye koyulmuştum. 


Şimdi farkediyorum da mevcut beğenimin çok altında bir araştırma yapmışım Murat Menteş üzerine. Bence iyi bir roman okuru hele de romancı araştırmacı bir romancıysa iyi araştırılarak eksiği gediği, fazlası, artısı soruşturularak okunmalı. Bu noktada Murat Menteş'ten özür dilemeliyim. "Korkma Ben Varım" romanını dün bitirdim ve sıcağı sıcağına düşüncelerimi yazıyorum, bu nedenle kendi standartlarımda bile çok nesnel olamayabilirim. Bu roman bana ilkin "yazarını daha iyi tanı" komutunu verdi. Romanın çeşitli bölümlerinde Murat Menteş'te neyin nesiydi diye google yardımına koştum. 


Romanın ilk cümlesinden itibaren üzerinde tek tek düşünülmüş, inci gibi dizilmiş, ne zekice betimler yapıyor bu yazar dedim. İlerleyen cümlelerde ise böyle güzel betimlemeler yapan kişi keşke şair olsaymış diye düşündüm. Sonra google beni uyardı. Yazarımız zaten hatırı sayılır bir okuyucu kitlesi olan ve son şiir kitabı "Garanti Karantina"yı yakın zamanda yayımlamış bir şairmiş. İlk cehalet tokadını yiyip, daha çok araştırdım. 


Murat Menteş, röportajlarında kendisiyle ilgili olumlu düşüncelerimi bir kaç kat arttırmam gerektiğini kanıtlayan ifadeler kullanmış. Polisiye-macera romanı olarak satılan "Korkma Ben Varım" romanını tek cümleyle "Çok iyi bir adam var, ondan daha iyi bir adam daha var, ikisinden de daha iyi olan bir başka adam bunları öldürüyor" ifadesiyle özetlemiş. Aslında bu cümleden daha iyi bir özet yapmak çok zor ama ben yine de biraz daha ayrıntıya girmek istiyorum. 



Hayatın kum saatinin kendini kaybettiği günümüz koşullarında "Romanı bir otomobil gibi tasarlıyorum" diyen yazarımız gerçekten çok hızlı bir roman kaleme almış. Romanda Rio Karnavalındaki renkli kostümlü dansçılarla yarışacak denli renkli karakterler ve en güçlü aksiyon filmlerindeki olaylardan daha hızlı olay örgüsü okuru şapşala çeviriyor. Oya gibi özenle, sindirerek kaleme alınmış betimlemeler de bununla tamamen karşıt bir biçimde en kırmızısından "DUR" işareti veriyor. Bazı betimlemeler öyle şahane ki okur yüzünde pis bir gülümsemeyle "A bak ne demiş" nidası eşliğinde yeniden cümle başına dönüyor. 


Karakterler en az iki üç romanı kurtaracak kadar yoğun işlenmiş, türlü renkleri okuyucuyla büyük bir cömertlikle paylaşılmış. Roman kahramanları Rio Karnavalı'ndaki dansçılar kadar renkli dedim ama isimleri karakterlerden de renkli.  Hayati Tehlike, Enver Paşa, Müntekim Gıcırbey, Şebnem Şibumi, Abidin Dandini, Atom Bombacıyan.. Kahramanlardan ilk aklıma  gelenlerin isimleri böyle. Kitabı şimdi şöyle bir karıştırsam diyer yaratıcı isimleri de paylaşabilirim ama yapmayacağım. Zira bu isimler ilkin beni pek bir güldürdü ama akabinde de derin düşüncelere sevketti. Bu şakacı isimler bir noktadan sonra kabak tadı verebilir ve roman karakterinin gerçekçiliğini yok edebilirdi. Ama korktuğum gibi olmadı. Çünkü roman kahramanları, yaşadıkları tüm çalkantılar, duygu yoğunlukları da o kadar gerçek ki. Pek çoğunun yaşadığına benzer sıkıntıları ve hayata dair sorgulamalarını gerçek hayatta hemen herkes yaşıyor. İnanın. Yani kahramanlar renkli dansçılardan kat be kat gerçek.


Resmen aşk romanı 

Romanla ilgili ilk itirazım ise romanın bir macera-polisiye roman kategorisine sokulması meselesi üzerine. Tamam romanda belki her cümlede birileri korkunç bir biçimde, inanılmaz bir hızla cinayete kurban gidiyor ama yine de bu roman bana göre iyi bir aşk romanı. Şebnem Şubimi'ye hem Müntekim Gıcırbey'in hem de Hayati Tehlike nam-ı diğer Enver Paşa'nın aşkı dillere destan olacak güzellikte. Yazarın günümüz aşklarını ironik bir biçimde naifçe eleştiren Gönül İşleri Bakanlığı kurumu da gerçekten çok yaratıcı bir kurum. Kusursuz bir kurguyla her türlü cinayet, entrika, tarikatler, şeyhler, aşıklar yer alıyor bu karnavalda. Bu yüzden sınıflandırmak hakikaten zor. Bir de 11 sayfalık misafir sanatçı Ersin Karabulut'un katkılarıyla çizgi roman kısmı var desem. Ne ararsak var resmen burada. İddialı yazarımız kitabın girişine "Bu kitapta anlatılan olayların hepsi gerçektir, fakat hiçbiri henüz cereyan etmemiştir" notu düşmüş de bize bir nebze olsun yardımcı olmuş. Ne güzel.


"İslami edebiyatın güçlü kalemi" -ne demekse- olarak gösterilen Murat Menteş'in romanları Tarantino'nun şair yazar biçimine bürünmüş hali olarak tanımlanıyor hemen her yerde. Ancak Menteş bu iki yakıştırmadan da hazetmiyor.    


İlk baskısı satışa çıktığı gün tükenen "Korkma Ben Varım" ayrıca beni, romanın en şahane kahramanlarından Abidin Dandini'nin ölüm, terör, şiddet ve cinayet gibi karışık kavramları bir çırpıda leblebi gibi yutturduğu düşünceleriyle de vurdu. Dandini'den bazı incileri yazmazsam olmaz: 


* Terör artık bireyin özne niteliğini açığa vurmak için yapabileceği tek eylem türüdür.
* Küresel kötülük sistemin bir parçası olduğumuz için otomatikman suçluyuz. Sistemleştirilmiş ihlale angaje olmuş vaziyetteyiz. Korku düzenine itaat ettiğimiz için rehine, bu yolla düzenin ömrüne ömür kattığımız için de teröristiz.
* Delilik artık düşünmek, soru sormak ve en korkuncu itiraz etmektir.
* Düşünmüyoruz, çünkü deliyiz ve özgürlükten kaçıyoruz. Hapishanede idman yapan mahkûmlarız.
* Kaçış artık intihar teşebbüsü havası taşıyan bir vazgeçiş ve terk ediştir.
* Çağdaş meşruiyetin temeli, hakikat aleyhtarlığıdır. Birey ise körkütük budalalığın bedenleşmiş halidir.


Romanda göz çıkarmadan bazı göndermeler yapılması da çok hoş olmuş bana göre. Alper Canıgüz'e selam, Dublörün Dilemması'na tatlı bir göz kırpma yerli yerinde. Roman içinde geçen şarkılar da öyle tamamlayıcı olmuş ki duyduğuma göre romanın soundtrack'i bile yapılmış. Ben de buraya bir şarkı kondurmak istiyorum romandan.


http://www.youtube.com/watch?v=PxYyZyYKVYA&feature=related 


Araştırmacı romancılık, dille oynanan oyunlardaki ustalık bir yana bu romanda hayal gücünün sonsuz gücünü yeniden keşfediyoruz. Ancak romanla ilgili birkaç küçük eleştirimi de yazmazsam olmaz. İlkin, romancının dile hakim olduğunu her fırsatta göstermesi güzel ama bazı betimlemeler zoraki kaçmış, uzun tasvirlerin bazıları "Şu cümle bitse de sadede gelsek" hissi uyandırıyor. İkinci olarak, her tarihin ardından tarihte bugünlerin sıralanması ilk seferlerde çok hoş bir tat bırakıyor ancak daha sonra uzun uzadıya sıralanması dildeki hoş tortuyu tatsızlaştırıyor.  Yani dolambaçlar yazarımızın tarzı fakat bazı dolambaçlar dolandıkça dolanmasa daha iyi. 


Son olarak, "Korkma Ben Varım" hayattan çaldığı her anın karşılığını fazlasıyla veriyor bence. Okunmaya değer, üzerinde düşünmeye de değer. Bir de romanda Hayati Teklike'nin 5 yaşındaki oğlu Gerçek Tehlike'nin ağzından yazılmış kısımlar gerçekten çok lezizdi. Murat Menteş iyi bir anlatıcı, keşke bir de çocuklara masallar yazsa, ne iyi olur.

9 Nisan 2010 Cuma

Öteki ben

Sosyal ortamlarda rahat davranan ve girdiği gruba bir anda uyum sağlayan insanlar vardır. Rahatlıkları özgüvenlerinin göstergesidir. Kendileriyle barışık olduklarından, kişiliklerini her yönüyle sergilerler. Davranışları, oturup kalkmaları, mimik ve jestleri, en önemlisi de bakışlarıyla doğal bir biçimde kendilerini yansıttıklarını düşünmemize sebep olurlar. Acaba bu düşünce bir yanılsama mı? Bir insan ne kadar özgüven sahibi olursa olsun, başkasının bakışları üzerindeyken gerçek kendisi olabilir mi?

Başkasının nazarı üzerimizdeyken ne kadar doğal olmaya çalışsak da kendimiz gibi olamayız çünkü ötekinin bakışı, varlığını hissettiğimiz anda bizi ötekinin nazarındaki biz gibi davranmaya, öteki-ben’i yaratmaya iter. Örneğin, bir restoranda tek başınıza yemek yediğinizi düşünün. Bir süre sonra karşı masada yemek yiyen bir başkasının size baktığını hissettiniz. O andan itibaren, yemek yeme biçiminiz, çatalı tutuşunuz belki oturuş biçiminiz bile değişecektir. Bakışı hissettiğiniz anda öteki- ben’e dönüştünüz bile. Bu dönüşüm farkında olarak yaptığınız bir eylem değil, refleks gibi ani bir hareket de değil aslında. Belki insan doğasında varolan bir içgüdü olarak tanımlanabilir.

Ötekinin bakışları üzerimizdeyken onun tahakkümü altına gireriz. Bu tür bir ilişkide, güçlü taraf her zaman bakan olacaktır. Kuşkusuz, bu durumda kendisi olabilen ve öyle davranan sadece bakan durumdaki kişidir. Bakılan ise bakanın nazarında yaratmış olduğu ya da o anda yaratacağı öteki-ben’e dönüşürken edilgen ve güçsüz bir konumdadır. Aynı zamanda, çoklukla rahatsız edici bir durumdur bakılan olmak. Bakılanın kendisi olabilmesinin tek koşulu, öteki-ben’den kendisine dönüşebilmenin tek şartı, bakan kişi olabilmektir. İnsanlar sosyal ortamlarda bakan kişi olabildikleri ölçüde gerçek kendileri olurlar.

 Pablo Picasso, Girl berofe a mirror

Karşılıklı bakışma durumunu düşünecek olursak, iki insan da birbirlerine baktıklarından bakan konumundaki kişiyle bakılan konumundaki anlık değişimlere uğrayabilir. Bakan kişi olarak güç sizin elinizdeyken bir anda karşınızdakinin bakışlarının etkisiyle bakılan kişiye dönüşebilirsiniz. Karşılıklı bakışma esnasında, aynı anda iki kişinin birden bakan ya da bakılan olma olasılığı yoktur. Bu durumda, yalnızca bakanla bakılan sürekli yer değiştirir.

Sosyal ortamlarda, rahat ve özgüven sahibi olarak adlandırdığımız insanlar kendilerini diğer insanlara göre ötekinin nazarında daha kolay bir biçimde yeniden yaratabilen insanlardır. Rahatlıkları da öteki-ben’lerinin kendi istedikleri gibi olmasından kaynaklanır. Bu insanlar da kendilerini oldukları gibi sergileyemezler. Sonuçta, gerçek ben’in varlık koşulu, ancak başkasının nazarının olmaması durumunda mümkündür.

1 Nisan 2010 Perşembe

Beklemek ama umudu

-->
Beklemek sıkıcıdır. Otobüs beklemek, geç kalan bir arkadaşı beklemek, kuyrukta sıra beklemek..  Sebepsiz durmaktır beklemek, daha doğrusu amaçsız durmak. Bekleme odaları soğuktur. Herkese yabancıdır, kendine has bir dokusu yoktur. Tüm bekleme odaları aynı kokar, aynı derecede soğuktur, aynı derecede yabancı. Dünyanın neresinde olursa olsun. 


Beklerken gerilir kişi. Dünya akarken sadece o duruyormuş gibi. Yalnızdır, doğum öncesindeki gibi. Yalnızlık yamandır. Hele de kalabalık içindeki yalnızlık. Beklerken terkedilmişlik hissi de duyulur bir yandan. Etrafa terkedilmediğini göstermek için yalnızlığını gizlemek için kişi bazen telefonuna sarılır, amaçsız tuşlara basar. En sıradan insan bile tuhaflaşır beklerken. Böylesi beklemek bağımlılıktır. Zayıflatır kişiyi, utandırır. Dünyanın en sıradan en alışılmış işi için beklerken bile zaman akmaz. Tuhaflaşan kişi bu kez de tuhaflığını örtmek için acayip hareketler yapar. Yalnızlığını, sıkılganlığını, sıkılganlığını görünür kıldığı için sıkılmasını başkalarının nazarından uzaklaştırmak ister kişi. Beklemek hakikaten zordur. Bir de içe kapanık, kendisiyle sorunlu yani arıza insanlar için ölüm gibidir. 




Ama bir umudu beklemek çok başkadır, şahanedir. Umudu bekleyen kişi dönüşür, dünya dönüşür. Umut doğduğunda hayat başlar yeni baştan. Umudu beklerken ise hayat büyük bir coşkuyla akar. Bir umudu beklerken kişinin kalp atışları hızlanır, sabırsızlaşır, huysuzlaşır. Doğum sırasında olduğu gibi. Kasılır, çözülür yeniden kasılır. Umut büyür de büyür k
-->âlpte bir yerlerde. Sığamaz olur kalıbına ama taşmaz da. Hakikatten daha önemli hale gelir. 


Umudu beklerken kişi gibi zaman zaman hatta çoğunlukla umut da değişir. Umudu beklerken yeşerir insan, güzelleşir. Özgür olur. Özgürlük de aslında tehlikeli değildir, belki en güvenli  yer. Özgür insan yaratana daha çok yaklaşır. Umut oluşurken başka başka şeyler de yaratılır ta ki umut gelene kadar. Bu yüzden umudu beklemek hayattır bence. Belki de bu yüzden doğum zordur. Bir şeyi yoktan var etmek güçtür. Hayat gibi. Umudu beklerken yaşamak çetin bir sınav, hayat da sınavlar bütünüdür.. Ama sınavın sonucundan çok öncesi önemlidir. Öncesi keyiflidir. 

30 Mart 2010 Salı

Kağıt Helva


-->
Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen HİÇ ol. Menzilin yokluk
olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışındaki biçim
değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik
bilincidir.

Aşk – Elif Şafak




Elif Şafak’ın her yeni kitabı çıktığında büyük bir heyecan duyarım. Sohbetine doyum olmayan bir dostumla uzun bir aradan sonra karşılaşmış gibi. Bir solukta hevesle okurum. Belki de yakın bir arkadaşla karşılaşmaktan çok başkasının nazarında kendimi seyreder gibi. Yazarıyla en güçlü telepatik bağ kurduğum kitaplardır bunlar. Sanki ben yazmışım ya da daha doğrusu keşke ben yazmış olsaydım hissi.. Elif Şafak Mahrem’le beni vurmuştu. Cüce nazarında bir şişman olmak. Şişmanın gözleriyle dünyayı görmek. Cüce ve şişman olarak bir arada sürekli seyredilmek, yargılanmak. Nazarlarla baş etmek, savaşmaya çabalamak. Sonra Pinhan’la bağlarımız kuvvetlendi. Türkçe’nin ve hatta Osmanlıca’nın zenginliğiyle oynanan oyunlar, bazen yenilgiler, bazen zaferler..  Araf, Şehrin Aynaları, Bir Palas.. Her biriyle ayrı bir dünyanın keşfi. Bir yazar nasıl olur da bu kadar araştırmacı olur?

Roman okurken okuyucu kendisini karakterlerden biriyle özdeşleştirir ya.. Benim hayatımı dönüştüren şimdiki bene yakınlaştıran Raskolnikov olmam gibi. Elif Şafak romanlarında tam tersi sözkonusu benim için. Bu kitaplarda ben hep yazarla kendimi özdeşleştirdim.

Ama daha sonra Baba ve Piç ve ardından Siyah Süt’le özdeşliğimiz biraz yara aldı. Daha büyük bir okuyucu kitlesine hitap eden bu romanlarda üslup mu desem kurgu mu, hikaye mi yoksa duygu mu bir şeyler aynı değildi. Beni can evimden vurmadı. Aramıza mesafe girdi. Elif Şafak yeni bir roman yayımlayana kadar bu mesafe sürdü yani Aşk’a kadar. Aşk konusuna birazdan döneceğim. Önce Baba ve Piç ile Siyah Süt konusunda şu anda ne hissettiğimi paylaşmak istiyorum. Şimdi tekrar dönüp bu iki romana baktığımda ise günümüz piyasa okuyucusuna daha çok hitap eden bu romanlarda dahi kelimelerin Elif Şafakça dizildiğini görüyorum. Meğer ne güzel anlatmış kadınlık hallerini Siyah Süt’te, ne kadar gerçek. Yazar kendi içini açmış büyük bir güvenle, tüm hatalarını, sevaplarını paylaşmış. Bu güzel romanlar nasıl ortaya çıkıyor bu konuda ışık tutmuş okuruna. Daha da önemlisi önemli bir buhranını belki en yakınına bile anlatamayacağı anneliğe dair suçluluk duygusunu bile okuyucusuna anlatmış. Çok da güzel yapmış. Baba ve Piç’te de yine kadın karakterlerin zengin anlatımı kendine özgü. Hikaye kurgusu biraz mevcut Türk dizilerine benzese de Türkiye şartlarında özgür bir roman. Çoğumuzun içinde büyüyen çözmedikçe rahatlayamayacağımız konulara değiniyor. Bu romanı artık savunuyor olmam belki de bir koruma mekanizması. Zira, Elif Şafak’ın kendi romanlarına kıyasla belki en vasat roman olan Baba ve Piç’teki bir roman karakterinin düşünceleri yüzünden yargılamak istediler, tehditler savurdular. Hayali bir kahramanı gerekçe göstererek. Utandım, o dönemde pek çok başka şey yüzünden de utandım kalbim sıkıştı hala da sıkışıyor sık sık.. Neyse konumuza dönecek olursak, bu iki romana ilişkin Elif Şafak’ın değimiyle içime döndüm tahlil ettim tekrar tekrar ve romancıyla aram düzeldi.

Derken Aşk geldi. Önce kapak tasarımıyla vurdu beni. Diğer konuya hemen geliyorum. Kalbin renginde Fuad’ın ve kalp şeklinde. Sonra bir çırpıda okurken Şems-i Tebrizi’nin Aziz’e bürünmüş hali gözümde canlandı, çok net, çok gerçek. Sokakta karşılaşsam Şems ya da Aziz diye yanına koşabilirim. O kadar gerçek. Aşk Şeriatı, dönüp dönüp okumak, sindirmek, düşünmek yeniden okumak içindi.. Açtığı dar sokaklara girmek, kaybolmak, yeniden bulmak, düşmek, kalkmak.. Aşkın 40 Altın kuralını kendi aşkına uyarlamak, test etmek, edişe duymak, içini dökmek, rahatlamak.. Gerisi ayrıntıydı benim için Aşk kitabındaki, diğer hikaye öbür aşk. Ama bana bu kadarı kafi. Fazlasıyla doyurucu ve lezzetli.

Kitabın piyasaya düşmesiyle tam bir bomba gibi çakılmasıyla demek daha doğru olur, canım sıkılmaya başladı. Tartışmalar dilimde kalan leziz tortuya karşıydı sanki. Gri kapak meselesi içimi sıktı. Elif Şafak “SUS” dedim, “Aşk konuşsun”, duymadı. “Sakın ha yapma” dedim, dinlemedi. Kadını bu kadar gerçek anlatan, kadın karakterleri oya gibi işleyen, kadınlar için kafa yoran, kadın olarak hayranlık uyandıran kişi bir an için de olsa içine dönmeliydi. Yarattığı karakterlere ihanet etti. Kendine ihanet etti, bana ihanet etti sanki. Belki daha çok kişiye ulaşmak güzel, elitist bir edebiyat anlayışım yok benim. Birbirinin tek bir dokusuna bile tahammül edemeyen insanları bir hayalde buluşturmak da güzel. Daha çok okunmak, daha çok paylaşmak en güzeli ama.. İçedönük, utangaç, gizemli yüzüne, mağrur ifadesine ihanet etti. Yine hesaplaştık. Kendi içimde “Ben olsam dedim.. Yapmazdım”. Bu kez barışamadık ama küs de değiliz. Biraz buruk, kekremsi bir tortu.

Gelelim Kağıt Helva’ya. Ticari bir kitap diyenlere söyleyecek sözüm yok. Ama herkesin para kazanmaya ihtiyacı olabilir ancak kendine ihanet etmeden, yarattıklarını üzmeden. Önce kitabı aldım elime, dokundum. Bıraktım. Tekrar aldım elime Kağıt Helva’yı belki ilkinden bir ay sonra. Kapak tasarımı çok güzel değil mi? Yine. Yine bıraktım, korktum. Baba ve Piç’le başlayan Siyah Süt’le kuvvetlenen korku tüm benliğimi sarmıştı. Aşk’la bir an güven tazelendi birazcık, ufacık. Ama sonra olanlar korkumu perçinledi. Sonrasında yüzleşme sırası geldi. Yanlış anlaşılmasın “Tamam mı devam mı” yüzleşmesi değil bu. Yukarıda kendi Kağıt Helva’mda da bulunan alıntı gibi yüzlercesi “tamam” “bitti” dememe engel olur. Büyük bir ihanet olur bu hem kendime hem de Elif Şafak’a.

***

Benim özellikle sözkonusu kendim olunca zehirli bir eleştiri yaklaşımım vardır. Yerden yere vururum kendimi. Elif Şafak’ı da kendi nazarımdan ona bakarak daha Kağıt Helva çıkmadan yerden yere vurdum. İtiraf etmek hiç de güç değil. Kendim gibi eleştiri bombardımanına tuttum. Gerek yoktu benim Kağıt Helva’m vardı, Elif Şafak okuru yakınlarımla ortak helvamız vardı bir onlan ısırık alıyordum, bir kendiminkinden. Bizim gibi binlece sadık okuyucusunun da kendi kağıt helvaları vardır eminim. Gerçekten gerek yoktu.

Ben öyle sanıyordum. Yarım saatte bitti tadımlık hediye. Yarım saatte 9 özel, bazıları daha özel kitabın kırıntılarının üstünden geçtim. Ezildi mi hatıralar diye çok sordum. Hafızamda kalan güzel tortular zarar gördü mü? Hayır görmedi. Bunu söylemek kendime rağmen zor ama hiçbir zarar görmediler. Tatlı bir oyun oldu. Aynı kırıntılara mı takılmışız diye düşünerek, oyunla geçti, bitti. Aşk, İnsan, Yolculuk, Varoluş, İnanç, Zaman, Yazmak, Kadınlık, Ben ve Sen bölümleri. Ben olsam böyle bir ayrım mı yapardım. Yapmazdım. Herhangi bir ayrım yapar mıydım peki? Yine hayır. Bu kırıntıları seçince diğer parçalar üzülür mü diye hiç düşünmedi mi diye sordum. Cevap yok. Ya bütünler.. Muamma. Ama her şeye rağmen tatlı bir tortu bırakan bir hatırlama. Bu 9 bütüne ihanet etmiş olma hissi var mı? Bende var. Pembe bir ihanet belki ama var. Peki Elif Şafak’ta var mıdır? Bilemem. Çözmek zor. Ama bu sayede daha çok okunacağı kesin. İçimdeki burukluk geçer mi? Yine bilemem. Önümüzdeki karşılaşmalara bakacağız.