İhsan Oktay Anar'la ilgili bir iki cümle yazmak bile ödümü patlatıyor. Yanlış bir şeyler yazarım da çarpılırım diye korkuyorum. Zira ilk kitabından bu yazıya konu olan kitaba kadar yazdığı her şahane satırla beni kendine hayran bırakan usta bir yazarla ilgili kelam etmek çok ama çok zor. Hele de benim gibi fanatik bir hayranı için. Zengin bilgi birikimi, müthiş anlatım yeteneği ve eşsiz hayal gücüyle büyüklere masallar anlatan Anar'ı soluksuz okuyorum çoğu kez. Bir yazar her kitabında nasıl olur da birbirinden bambaşka meseleleri, başka dünyalardan gelen karakterleri aslında okunması güç, günlük hayatta nadiren rastlanılan Osmanlıca kelimelerle bezeli usta bir dille, bambaşka dünyalar yaratarak aktarabiliyor? Tarihin değişik dönemlerinde yaşayan sıradan insanların çoğu zaman sıradışı hayat öyküsünü sanki o hayatlara tanıklık etmişçesine nasıl anlatabiliyor? Anlaması çok güç. Ustalık böyle bir şey olsa gerek... Sadece üsluptaki ustalık da yetmez tabi ki, araştırmacı romancılık da tastamam böyle bir şey.
Yedinci Gün'ü, diğer tüm Anar hayranları gibi ben de müthiş romanı Suskunları yayımladığı 2007'den beri heyecanla bekliyordum. Bu arada, yazarımızın tüm romanları harika ama benim için Suskunlar bir numara, ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası ise iki numara. Sözü daha fazla uzatmadan Yedinci Gün'le ilgili düşüncelerimi aktarmak istiyorum. Roman; Baba, Oğul ve Hayalet başlıklı üç bölümden oluşuyor. Bu başlıklardan kolayca anlaşılacağı gibi kitapta semavi dinlere ilişkin pek çok referans yer alıyor. Kitabın ismi olan Yedinci Gün de açık bir dini gönderme içeriyor. Bilindiği gibi Tevrat, İncil ve Kuran-ı Kerim'e göre Allah'ın dünyayı 6 günde yaratıp 7. gün ise dinlendiğine inanılıyor. Zaten Anar da kitabını "Artık yoruldum ve dinleneceğim, siz de öyle yapın" cümlesiyle tamamlıyor. Kitabın son bölümünde ise yine kutsal kitaplarda bahsedilen Yedi Uyurlar yer alıyor.
Romanın ilk bölümü "Baba" da ana öykü II. Abdülhamit dönemi İstanbul'unda geçiyor. İlk sayfalarda padişahın bir sivri sinekle mücadelesinin aktarıldığı bir kısım var ki yarattığı atmosferle okuyucuda dakika bir gol bir hissi yaratıyor. Sadece o birkaç sayfa bile Anar'ın kendine özgü masalsı anlatımını gözler önüne seriyor. Yedinci Gün'de yazarın diğer romanlarında karşılaştığımız Uzun İhsan (!) karakteri yer almıyor belki ama baba olarak bahsi geçen ana kahramanımızın ismi İhsan Sait. Sinsi, kurnaz ve bilime meraklı bir karakter olan İhsan Sait, gelecekten Döjira isimli çok güzel bir kadından aşk mektubu alıyor ve olaylar olaylar... Hayattaki tek amacı gelecekteki sevgilisi Döjira'ya kavuşmak olan İhsan Sait bir zaman makinası keşfetmek için her türlü yolu deniyor. Evet, bu romanda da yazarımız bir icada yer veriyor. Bana göre buradaki ustalık Osmanlı'nın bahsi geçen döneminde yaşamış bir mühendis ya da biliminsanının ağzından icadı anlatması. Bunun nedeni sadece o dönemi bilmesi, o dönemde kullanılan bilimsel terimleri kullanması falan değil, sanki kendisi tarihin o döneminde yaşayan bir mühendismiş gibi bu icadın keşfedilme öyküsünü ayrıntılı bir biçimde anlatması.
"Oğul" bölümünün ana karakteri ise İhsan Sait'in oğlu olduğunu iddia eden dünyevi tüm zevklerden arınmış, saf bir Anadolu çocuğu olan Ali İhsan. Burada hikayemizin tarihi arka planı ise Osmanlı'nın son dönemi ile Kurtuluş Savaşı yılları. Oğul'da savaşlar ve yoksunluk döneminde bir asker olan Ali Sait'in maceraları aktarılıyor. Ruslarla yapılan savaşa katılan Ali Sait, Sarıkamış felaketine referans verilen çetin kış koşullarının yaşandığı günlerde her şeyden yoksun kalmış, yorgunluk, açlık ve yoğun kar yağışı nedeniyle kahraman olmaya bile mecali kalmayan bir birlikte vatanı için mücadele veriyor. Kitabın bu kısmı ilk bölüme göre hem daha durağan hem de daha az sayıda karakter içerirken, dönemin atmosferini çok zengin bir anlatımla aktarıyor.
Romanın son kısmı olan "Hayalet" te ise karşımıza İdris Amil adında yeni bir kahraman çıkıyor. Cumhuriyet'in ilan edildiği ilk yıllarda geçen hikayede, ideal bir Türk insanını temsil eden şaşkın karakterimiz İdris Amil'le yazar yukarıdan inme ideal Türk kimliği yaratma çabalarıyla o kadar tatlı bir dille kafa buluyor ki, bölümün hemen hemen tüm sayfalarını yüzünüzde hafif bir gülümseme ile okuyorsunuz. Sonra da tüm bu olaylar İzmir'de felsefe alanında akamisyen olan yazarımızın müthiş hayal gücüyle bağlanıveriyor. Bu arada, Anar'ın romanlarında zaman benim burada aktardığım gibi doğrusal bir biçimde ilerlemiyor, sonsuzluğa uzanan dairesel hareketlerle akıyor.
Kısacası bu kitapta bencil bir adamın aşk serüveni var, icat var, usta bir mizahçının aktarımıyla Osmanlı'nın son dönemi ile Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşanan günlük hayat var, dini referanslar var, savaş var, baba var, oğlu var... Var da var. İzmir'de felsefe alanında çalışan bir akademisyenin kaleme aldığı bu romanda diğer tüm romanlarında olduğu gibi halka halka hikaye ve fikirler karnavalı var. Çok yüzeysel okuduğunuzda bilime meraklı sinsi bir aşığın hikayesini görüyorsunuz, bir halka derine indiğinizde Osmanlının son döneminin atmosferine ve birbirinden acayip karakterlerine tanıklık ediyorsunuz, bir halka daha derinde dini göndermeler üzerine düşünüyorsunuz, bir halka ilerleyince Cumhuriyetin ilk yıllarında yaratılmaya çalışan ulus bilincine ulaşıyorsunuz, vs... Benim bilgi birikimim ve zeka düzeyim burada aktardıklarım kadar halkaya ulaşmama izin verdi. Ama benim farkedemediğim kim bilir daha ne derin halkalar var. Zira, okuduğum her satırda benden kat be kat zeki ve entellektüel bir yazarla karşı karşıya olduğumun bilincindeydim. Belki çok kolay okunan bir roman değil, sayfalar su gibi akıp gitmiyor, pek çok yerde ben burada bir şeyler kaçırıyorum, tam anlamadım hissine kapılıyorsunuz ancak bu kitap harcayacağınız her dakikayı fazlasıyla hak ediyor. Yedinci Gün'ü tabii ki ve şiddetle tavsiye ediyorum. Kim bilir siz okurken daha ne halkalar keşfedeceksiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder