16 Kasım 2012 Cuma

Oda - Emma Donoghue



New York Times gazetesi tarafından 2010'un en iyi 10 kitabından biri olarak gösterilen İrlandalı yazar Emma Donoghue'un Oda romanı, oldukça sarsıcı bir konuyu ele alıyor. Kitap, ABD'de üniversite eğitimi gördüğü sırada sapık bir adam tarafından kaçırılan ve 6 yıl boyunca "Oda" adını verdiği bir hücrede her türlü istismar ve şiddeti yaşayan 19 yaşındaki bir kadın ile bu süreçte tecavüzlerin neticesinde dünyaya gelen 5 yaşındaki Jack isimli oğlunun hikayesini ele alıyor. Romanda bu hikayeyi Jack'in ağzından dinliyoruz. 

İçerisinde bir küçük mutfak ve banyo dışında, tek kişilik bir yatak, masa, gardırop, halı ve televizyon bulunan 11 adımlık bir odada dünyaya gelen Jack, 5 yaşına kadar bu kare hücreden başka hiçbir şeyi tanımıyor. Küçük bir tepe penceresinden gördüğü gün ışığını Tanrı'nın ışığı olarak algılayan Jack, dış dünya için dış uzay tanımı yapıyor. Annesi Jack'e dışarıda başka hayatlar olmadığını söylediği için televizyonda gördüğü her şeyin ise kurgu olduğuna inanıyor. Televizyon insanlarının, ormanların, hayvanların, arabaların gerçek olmadığını düşünüyor. Annesi dışında gördüğü ya da duyduğu demek daha doğru olur tek insan ise onlara bu kötülüğü yapan Yaşlı Nick adını taktığı adam. Bu arada, bir yerden okudum Old Nick, şeytanın yaygın olarak kullanılan isimlerinden biriymiş. Kitabın bu kısmında hayatı bu küçük dört duvar olarak algılayan Jack'in gözünden günlük yaşama dair detaylar çok başarılı bir biçimde resmedilmiş. Roman genel olarak anne ve çocuk arasındaki sevgi ve inancın oluşturduğu kutsal bağı ele alıyor. Jack'in annesiyle bütünlüğü, sevgisi, onun bilgeliğine olan inancı, anne ile oğul arasındaki güçlü iletişim çok iyi bir anlatımla aktarılmış.

Kitabın bu kısımlarında; yazarın beş yaşındaki bir çocuğun gözünden ve onun ağzından hikayeyi çok başarılı, yalın ve akıcı bir anlatımla aktardığını düşünüyorum. Özellikle nesneleri sadece küçük çocukların yaptığı şekilde tanımlaması anlatımın inandırıcılığını artırıyor. 

Jack ve Anne'nin (tüm kitap boyunca bu kahramını sadece bu isimle okuyoruz) başarılı bir plan sonucunda bu hücreden kaçışlarının ardından yaşananların anlatıldığı kısmı ben genel olarak daha çok sevdim. Jack'in, bir hayal olduğunu sandığı gerçek dünyayla karşılaşması ve geçirdiği tüm şoklar, uyumsuzlukları, korkuları ve dünyayı keşfetme serüveni çok başarılı bir anlatımla aktarılmış. Kitabın bu kısmında modern dünyanın günlük yaşamının yüzeyselliğine, sıkıcılığına, sahteliğine, insanlar arasındaki korkunç iletişimsizliğe ve gerçeğin ta kendisi olan kurgusuna karşı yapılan ince eleştiriler hem de 5 yaşındaki küçük bir oğlanın ağzından çok güzel bir biçimde verilmiş. Kesinlikle hikayenin özüne zarar vermiyor ve mesajlar okuyucunun gözüne gözüne sokulmuyor. Bana göre kitabın en başarılı olduğu nokta da bu. Bu kısımlarda ayrıca, Jack'in anneyle iki ayrı birey olduklarını kabullenme konusunda yaşadığı sıkıntının da altı çiziliyor. Burada, beni rahatsız eden noktalar ise, diğer insanlar arasında geçen diyalogların aktarıldığı bölümler. Bu konuşmalar olduğu gibi sanki kasetten kaydedilmiş bir biçimde veriliyor. Burada, okuyucunun bu konuşmaların Jack'in ağzından aktarıldığına inanması çok güç.   

Çok sarsıcı ve ilginç bir konuyu ele alan ve best-seller olan bu kitap, edebi açıdan çok başarılı bir roman sayılmayabilir. Ancak böyle bir konu çok daha sansasyonel bir dille ele alınıp duygu sömürüsü yapan kitaplar sınıfına girebilirdi. Yazarın samimiyeti ve anlatmak istediği hikayenin özüne olan inancı ve titiz çalışması sonucu bu düzgün romanın ortaya çıktığını düşünüyorum.Ve tam da bu nedenle romanı tavsiye ediyorum.       




Bu arada, büyük ses getiren bu romanın yazarından da biraz bahsetmek istiyorum. 43 yaşındaki İrlandalı yazar Emma Donoghue'i ben ilk kez bu romanıyla tanıdım. Ancak University College Dublin'nin Edebiyat Fakultesi'ni birincilikle bitiren yazarın bundan önceki 6 romanıyla da hatırı sayılı bir okur kitlesi yakalamış. Romanlarında genellikle sıradışı konuları ele alıyor. Örneğin henüz Türkçe'ye çevrilmeyen "Kissing the old witch" romanında, masallardaki saf ve güzel prenses ile kötü kalpli üvey anne klişesini lezbiyen bir ilişkiye dönüştürerek yazmış. Yazar ayrıca akademik çalışmalarına Cambridge'de devam etmiş. Bu üniversitede 18. yüzyıl İngiliz romanında kadın erkek arkadaşlığı üzerine doktora yapmış.  

Son olarak, yukarıda Oda romanının konusuyla ilgili bilgilere yer vermiştim. Buradan romanın konusunun Avusturalya'da öz kızını 24 yıl boyunca hapsedip tecavüz eden ve ondan 7 çocuk sahibi olan Josef Fritzl olayıyla benzerlik taşıdığını siz de farketmişsinizdir. Donoghue, Guardian gazetesine verdiği röportajda bu benzerlikle ilgili olarak " Pek çok insan benim bu uğursuz olayı kullanarak para kazanma yoluna gittiğimi düşünebilir. Ben öyle olmadığını düşünüyorum. Kitabı okumadan kimse böyle olup olmadığını bilemez" diyor. Oda'nın Flitzl olayına dayandığını söylemenin çok güçlü bir iddia olduğunu savunan yazar, ancak bu olayın kendisini tetiklemiş olabileceğini de belirtiyor. 

12 Kasım 2012 Pazartesi

Kinyas ve Kayra - Hakan Günday




Kinyas ve Kayra, son bir yıldır takibe aldığım Hakan Günday'ın ilk romanı. Yazar bu romanı yazmaya lise yıllarında başlamış ve kitabı 23 yaşında tamamlamış. Yeraltı edebiyatının ilk örneklerinden sayılan roman, kendilerine Kinyas ve Kayra isimlerini takan iki yeni yetme serserinin hikayesini konu ediniyor. Kitapta, hayatlarına bir anlam katamayan ve birbirleri dahil her şeyden nefret eden iki kaybedenin zihinsel ölüme yolculukları esnasında başlarından geçenler anlatılıyor. 

Roman; Kinyas, Kayra ve Hayat, Kayra'nın Yolu ve Kinyas'ın Yolu isimli üç kitaptan oluşuyor ve toplamda 531 sayfa. En baştan söyleyeyim çok zor okunan bir kitap. Sonsuzluğa uzanan devrik cümleler, karamsarlığın tarihini yazan Günday aforizmalarının bombardımanı ve tekrarlar, tekrarlar... Okuduğum yorumlara göre, roman Hakan Günday fanlarının kutsal kitabıymış, bu yüzden ilk cümleden olumsuz şeyler yazmak istemiyorum. Ancak kitabın bazı yerlerinde bırakıp gitmek istedim, diğer yandan bazı kısımlar su gibi aktı, sonra yine afakanlar bastı. Bana göre dengesizliğin uyumunu gösteren bir roman bu. 

Romanın başkahramanları hayatın anlamsız bir hiçlik (anlamlı bir hiçlik tabii ki var) olduğunu düşünerek farklı yollardan zihinsel ölüme doğru yola çıkıyorlar. Bu yolculukta -hem gerçek hem de mecaz anlamda- bir insan evladının yapabileceği tüm kötülüklerin ya aktörleri oluyorlar ya da seyircileri. Uyuşturucudan, beyaz kadına, cinayetten, şantaja, hırsızlıktan, kaçaklığa her türlü haltı yiyorlar. Kinyas ve Kayra zıt iki karakter aslında ancak aynı yolun yolcusu oldukları için hayatta en çok biribirlerini anlayabiliyorlar. Bu yazıyı yazmadan önce TDK'dan baktım Kayra yüksek tutulan birinden gelen iyilik, lütuf ve ihsan anlamına geliyor. Ancak Kayra, bitmez tükenmez bir şiddet eğilimi olan, vurdumduymaz, uykucu, çirkin ve çekilmez bir adam. Kinyas ise Kin ve Yas kelimelerinden türetilmiş bir isim. Bu kahramanımız ise yakışıklı, oldukça kırılgan, naif ve uykusuzluktan bitap düşmüş bir adam. Zıtlık ve denge demiştim daha önce galiba. Yazarımız gözümüze gözümüze sokmuş bunu kitapta daha karakter isimlerinden başlayarak. İnsanlıktan çıkmış birbirinin tersi bu iki kafadar yaşama karşı olan öfkelerinde birleşiyorlar ve biribirleri için vazgeçilmez oluyorlar. 

Hayatla savaştaki yolculuklarında Türkiye'den, Afrika'ya oradan da taa Kuzey Amerika'ya kadar yol alıyorlar. Günday'ı erkek karakterler oluşturmakta çok başarılı bulduğumu daha önceki yazılarımda da söylemiştim. Bu kitapta da bu durum değişmiyor. Ana karakterleri hem fiziksel olarak hem de yaşadıkları tüm bunalımlar, iç hesaplaşmalar ve diyaloglardaki gerçekçilikle ete kemiğe büründürmekte çok başarılı yazarımız. Ama ah o aforizmalar olmasa ya da en azından bu kadar çok olmasa, hayat çok daha güzel olabilirdi. Kitabın anlatımı bir ilk kitap için oldukça başarılı aslında ama kurguda acemilikler, özellikle son kısımda hikayeyi bağlama kaygısı hemen göze çarpıyor. 

Bu arada, Günday'ın okuduğum diğer iki kitabında da olduğu gibi bu kitapta da gerçek kişiler karşımıza çıkıyor. Bu kitaptaki sürpriz ise yazarımızın kendisi.

Anlatım, kurgu ve hikayeyle ilgili daha fazla itirazım var aslında ama bu kadarı yeter sanırım. Kinyas ve Kayra'da beni etkileyen şey ise romanın ya da yazarın mı demeliyim samimiyeti. Asi ilk gençlik yıllarında okunsa belki başucu kitabı bile olabilir. Sonuçta yazarımız da bu kitabı yazmaya ergenlik yıllarında başlamış. Kaç kişi 17 yaşında böyle bir hikaye kaleme alabilir ki. Romanın sadece samimiyeti nedeniyle bile okunmaya değer olduğunu düşünüyorum. İlk seferin günahı olmaz derler.

10 Kasım 2012 Cumartesi

Yedinci Gün - İhsan Oktay Anar



 İhsan Oktay Anar'la ilgili bir iki cümle yazmak bile ödümü patlatıyor. Yanlış bir şeyler yazarım da çarpılırım diye korkuyorum. Zira ilk kitabından bu yazıya konu olan kitaba kadar yazdığı her şahane satırla beni kendine hayran bırakan usta bir yazarla ilgili kelam etmek çok ama çok zor. Hele de benim gibi fanatik bir hayranı için. Zengin bilgi birikimi, müthiş anlatım yeteneği ve eşsiz hayal gücüyle büyüklere masallar anlatan Anar'ı soluksuz okuyorum çoğu kez. Bir yazar her kitabında nasıl olur da birbirinden bambaşka meseleleri, başka dünyalardan gelen karakterleri aslında okunması güç, günlük hayatta nadiren rastlanılan Osmanlıca kelimelerle bezeli usta bir dille, bambaşka dünyalar yaratarak aktarabiliyor? Tarihin değişik dönemlerinde yaşayan sıradan insanların çoğu zaman sıradışı hayat öyküsünü sanki o hayatlara tanıklık etmişçesine nasıl anlatabiliyor? Anlaması çok güç. Ustalık böyle bir şey olsa gerek... Sadece üsluptaki ustalık da yetmez tabi ki, araştırmacı romancılık da tastamam böyle bir şey. 

Yedinci Gün'ü, diğer tüm Anar hayranları gibi ben de müthiş romanı Suskunları yayımladığı 2007'den beri heyecanla bekliyordum. Bu arada, yazarımızın tüm romanları harika ama benim için Suskunlar bir numara, ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası ise iki numara. Sözü daha fazla uzatmadan Yedinci Gün'le ilgili düşüncelerimi aktarmak istiyorum. Roman; Baba, Oğul ve Hayalet başlıklı üç bölümden oluşuyor. Bu başlıklardan kolayca anlaşılacağı gibi kitapta semavi dinlere ilişkin pek çok referans yer alıyor. Kitabın ismi olan Yedinci Gün de açık bir dini gönderme içeriyor. Bilindiği gibi Tevrat, İncil ve Kuran-ı Kerim'e göre Allah'ın dünyayı 6 günde yaratıp 7. gün ise dinlendiğine inanılıyor. Zaten Anar da kitabını "Artık yoruldum ve dinleneceğim, siz de öyle yapın" cümlesiyle tamamlıyor. Kitabın son bölümünde ise yine kutsal kitaplarda bahsedilen Yedi Uyurlar yer alıyor.

Romanın ilk bölümü "Baba" da  ana öykü II. Abdülhamit dönemi İstanbul'unda geçiyor. İlk sayfalarda padişahın bir sivri sinekle mücadelesinin aktarıldığı bir kısım var ki yarattığı atmosferle okuyucuda dakika bir gol bir hissi yaratıyor. Sadece o birkaç sayfa bile Anar'ın kendine özgü masalsı anlatımını gözler önüne seriyor. Yedinci Gün'de yazarın diğer romanlarında karşılaştığımız Uzun İhsan (!) karakteri yer almıyor belki ama baba olarak bahsi geçen ana kahramanımızın ismi İhsan Sait. Sinsi, kurnaz ve bilime meraklı bir karakter olan İhsan Sait, gelecekten Döjira isimli çok güzel bir kadından aşk mektubu alıyor ve olaylar olaylar... Hayattaki tek amacı gelecekteki sevgilisi Döjira'ya kavuşmak olan İhsan Sait bir zaman makinası keşfetmek için her türlü yolu deniyor. Evet, bu romanda da yazarımız bir icada yer veriyor. Bana göre buradaki ustalık Osmanlı'nın bahsi geçen döneminde yaşamış bir mühendis ya da biliminsanının ağzından icadı anlatması. Bunun nedeni sadece o dönemi bilmesi, o dönemde kullanılan bilimsel terimleri kullanması falan değil, sanki kendisi tarihin o döneminde yaşayan bir mühendismiş gibi bu icadın keşfedilme öyküsünü ayrıntılı bir biçimde anlatması.  




"Oğul" bölümünün ana karakteri ise İhsan Sait'in oğlu olduğunu iddia eden dünyevi tüm zevklerden arınmış, saf bir Anadolu çocuğu olan Ali İhsan. Burada hikayemizin tarihi arka planı ise Osmanlı'nın son dönemi ile Kurtuluş Savaşı yılları. Oğul'da savaşlar ve yoksunluk döneminde bir asker olan Ali Sait'in maceraları aktarılıyor. Ruslarla yapılan savaşa katılan Ali Sait, Sarıkamış felaketine referans verilen çetin kış koşullarının yaşandığı günlerde her şeyden yoksun kalmış, yorgunluk, açlık ve yoğun kar yağışı nedeniyle kahraman olmaya bile mecali kalmayan bir birlikte vatanı için mücadele veriyor. Kitabın bu kısmı ilk bölüme göre hem daha durağan hem de daha az sayıda karakter içerirken, dönemin atmosferini çok zengin bir anlatımla aktarıyor.   

Romanın son kısmı olan "Hayalet" te ise karşımıza İdris Amil adında yeni bir kahraman çıkıyor. Cumhuriyet'in ilan edildiği ilk yıllarda geçen hikayede, ideal bir Türk insanını temsil eden şaşkın karakterimiz İdris Amil'le yazar yukarıdan inme ideal Türk kimliği yaratma çabalarıyla o kadar tatlı bir dille kafa buluyor ki, bölümün hemen hemen tüm sayfalarını yüzünüzde hafif bir gülümseme ile okuyorsunuz. Sonra da tüm bu olaylar İzmir'de felsefe alanında akamisyen olan yazarımızın müthiş hayal gücüyle bağlanıveriyor. Bu arada, Anar'ın romanlarında zaman benim burada aktardığım gibi doğrusal bir biçimde ilerlemiyor, sonsuzluğa uzanan dairesel hareketlerle akıyor. 

Kısacası bu kitapta bencil bir adamın aşk serüveni var, icat var, usta bir mizahçının aktarımıyla Osmanlı'nın son dönemi ile Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşanan günlük hayat var, dini referanslar var, savaş var, baba var, oğlu var... Var da var. İzmir'de felsefe alanında çalışan bir akademisyenin kaleme aldığı bu romanda diğer tüm romanlarında olduğu gibi halka halka hikaye ve fikirler karnavalı var. Çok yüzeysel okuduğunuzda bilime meraklı sinsi bir aşığın hikayesini görüyorsunuz, bir halka derine indiğinizde Osmanlının son döneminin atmosferine ve birbirinden acayip karakterlerine tanıklık ediyorsunuz, bir halka daha derinde dini göndermeler üzerine düşünüyorsunuz, bir halka ilerleyince Cumhuriyetin ilk yıllarında yaratılmaya çalışan ulus bilincine ulaşıyorsunuz, vs... Benim bilgi birikimim ve zeka düzeyim burada aktardıklarım kadar halkaya ulaşmama izin verdi. Ama benim farkedemediğim kim bilir daha ne derin halkalar var. Zira, okuduğum her satırda benden kat be kat zeki ve entellektüel bir yazarla karşı karşıya olduğumun bilincindeydim. Belki çok kolay okunan bir roman değil, sayfalar su gibi akıp gitmiyor, pek çok yerde ben burada bir şeyler kaçırıyorum, tam anlamadım hissine kapılıyorsunuz ancak bu kitap harcayacağınız her dakikayı fazlasıyla hak ediyor. Yedinci Gün'ü tabii ki ve şiddetle tavsiye ediyorum. Kim bilir siz okurken daha ne halkalar keşfedeceksiniz?

9 Kasım 2012 Cuma

Kahperengi - Hande Altaylı





Kahperengi, Hande Altaylı'nın Aşka Şeytan Karışır ve Maraz'dan sonra üçüncü romanı. Bu roman, ilk olarak çok satanlar listesinde gördüğümde ilgimi çekti ve biraz gecikmeli olsa da okudum. Yazarımızın diğer iki romanını okumadığımdan genel edebi kimliği ile ilgili bir yorum yapamam ama bu kitap üzerine bir kaç kelam etmek isterim. 

Roman, Ege'nin küçük bir kasabasının çok yoksul ve ahlaki açıdan da sefil bir mahallesinde dünyaya gelen Narin isimli bir genç kadının hikayesi. Kitap, bir bölüm Narin'in çocukluğunun anlatıldığı geçmişi, bir bölüm yetişkinlik evresinin hikaye edildiği şimdiki zaman olmak üzere karışık (!) bir kurguyla yazılmış. Başkahramanın geçmişinin anlatıldığı bölümlerde Narin'in kasabada sevgisizlik, iletişimsizlik ve nefretin başrolde olduğu ilk gençlik yılları anlatılıyor. Ağır Roman'da Kolera Mahallesi'ni hatırlayanlar için Narin'in dünyaya geldiği mahalle Kolera'nın çok daha sevimsiz bir versiyonu. Aslında yazarımız bu mahalle ile ilgili kısımları çok yüzeysel anlattığı için kitapta Narin'in tüm hayatında iz bırakan mahallesi ile ilgili ayrıntılı bir bilgimiz olamıyor. Ne Narin'in büyüdüğü ev ya da komşuları, ne de mahallenin sokakları okuyucunun gözünde canlanıyor. Ancak Narin karakteri başarılı bir biçimde çizilmiş, ete kemiğe bürünmüş olarak okuyucunun gözünde canlanabiliyor. Öte yandan, ahlakın yerlerde süründüğü, insanların yoksulluk ve yoksunluk nedeniyle en vahşi ve ilkel duygularını açığa vurduğu bu mahallede herkesin deyim yerindeyse İstanbul Türkçesi ile konuşmaları beni bir okuyucu olarak rahatsız eden unsurların başında geliyor. 

Kitabın bu bölümlerinin hikayesi aslında klişelerle örülü. Mahallenin en yakışıklı ve edepsiz erkeklerinden Moskof Recep ile ailesi zengin olduğu için "yırtarım" düşüncesiyle evlendiği çirkin mi çirkin Kara Hatice'nin üç çocuğundan en asi olanı olarak dünyaya geliyor Narin. Ebeveynler yüzeysel bir biçimde aktarıldığından bazı davranışları neden yaptıklarına anlaşılamıyor. Misal babasına neden Moskof lakabı verilmiş?  Bu kısımlarda, ilk aşkında yaşadığı çirkin tecrübe ve hayalkırıklığı, babasının sevgisizliği, kardeşlerinin zayıflığı, acımasızlığı ve annesinin ezikliği nedeniyle nefret ettiği ortamdan kaçış öyküsü anlatılıyor. 

Kitabın şimdiki zamanda geçen bölümlerinde ise, Narin'in üniversiteyi kazanarak kaçtığı İstanbul'daki yeni hayatı bir başarı hikayesi olarak adlandırılabilecek bir tarzda aktarılıyor. Kimsesiz bir ergen olarak geldiği İstanbul'da Narin'in sadece kendi seçimlerinden oluşan yeni ve başarılarla dolu hayatı, zengin ve eğitimli çevresi, dostlukları ve başarılı iş yaşamının hikayesi anlatılıyor bu kısımlarda. Olayların düğüm noktası ise bu yeni hayatında apansızın karşısına çıkan ilk aşkı ile unutmaya çalıştığı geçmişinin izlerinin ortaya çıkışı yani kırık bir aşk serüveni...Yazarımız şehirli bir romancı olsa gerek bu kısımlardaki üslubu ve ifadeleri daha gerçekçi.

Romanın edebi açıdan doyurucu olduğu söylemek pek mümkün değil. Zira, yaratıcı ve zengin bir anlatımı olmadığı gibi daha önce de değindiğim gibi bazı diyaloglar çeviri Türkçesi izlenimi veriyor. Ancak buna rağmen kitap anlatımdan öte hikaye odaklı olduğu için; plajda, otobüste veya sıkıcı bir derste bir solukta okunabilecek kadar sürükleyici.

Sözün kısası Kahperengi, kafasını boşaltmak isteyen roman kurtları için kısa sürede okunabilecek kesinlikle sıkıcı olmayan, kolay okunan ancak çok da iz bırakmayan orta kalitede bir Türk dizisi hikayesi...