24 Ağustos 2010 Salı

Muz Sesleri- Ece Temelkuran

 Ece Temelkuran, kalplerin yağmalandığı yerden anlatıyor hikâyesini; Ortadoğu’dan. Bizden alıp döküntülerini iade ettikleri hikâyelerimizi geri almak için… Aşklarımızı, acılarımızı, haysiyetimizi… Yağmalandıkça kapattığın kalbini aç şimdi. Çünkü bu senin hikâyen. Sen de Ortadoğulusun!

Şimdiye kadar sadece köşe yazılarından tanıdığım Ece Temelkuran'ın ilk romanı Muz Sesleri bu iddialı tanıtım yazısıyla merakımı uyandırdı. Yeni romancı keşfetme arsızı olarak hemen edindim. Temelkuran'ın romana ilişkin mülakatları da hikayeye yönelik merakımı körükledi. Baştan söyleyeyim büyük bir beklentiyle aldım elime kitabı. 

Daha başlarken ilk olumsuz eleştirim kitabın kapağına. Ciltli kitap modası Türkiye'de sanırım iyice yerleşmiş. Bu tarz kapaklar kitabın çok önemli bilgiler ya da  hikayeler anlattığı izlenimi uyandırır bende. Belki de kutsal kitapların, dini kitapların, ansiklopedilerin, kaynak kitapların falan hep ciltli basılmasından kaynaklanıyor bu önyargı. Mülkiyet duygusu en çok kitaplar konusunda gelişmiş -fazlasıyla- biri olarak hoşuma da gider ciltli kitaplar. Eline alırsın, sert yüzeyinde parmakların dolaşır, resmine, başlığın harflarine dokunursun, koklarsın.. Güzel bir histir. Lakin, Ece Temelkuran'ın kitabının kapağı tam bir hayalkırıklığı. Başlık için seçilen karakterleri çok aramışlar mıdır merak ediyorum.. Hele bir muzla kavgaya hazırlanan yumruk çok abuk. Bir aşk romanına hem de Ortadoğu'yu kendisine anlatan iddialı bir romana hiç uymamış. 

 
Yazarının değimiyle iki buçuk aşkın anlatıldığı romanda, aşka dair birkaç afili cümle dışında dikkate değer hiçbir şey olmaması ikinci eleştirim. Roman sadece yazarının Beyrut'a duyduğu aşkı hem de çok net ve güzel bir biçimde aktarıyor. Ece Temelkuran'ın aidiyet duygusu olmayan insanların şehri olarak tanımladığı Beyrut'a olan aidiyetini şehirle iligili seçilen her kelimede hissedebiliyorsunuz okuyucu olarak. Ve Beyrut'un yazar için sadece bir şehir olmadığını da. Bu pek çok okuyucuya fazla kişisel gelebilir ya da Beyrut'a ilişkin kimi güzellemelerin romandaki akıcılığı bıçak gibi kesmesi de rahatsız edici olabilir ama ben romanda belki de en çok Beyrut anlatımlarını sevdim. Her ne kadar bu anlatım Beyrut'a hayali bir tur yapma imkanını tanımamış olsa da.
Romanı roman yapan nedir derseniz. Hemen herkes önce hikaye, sonra kurgu, kahramanlar der. Bu romanda da bu öğelerin hemen hepsi var ama yarım yamalak. Hikaye gerçekten anlatılmaya değer. Evsizlerin şehri, Ortadoğu'nun sürekli savaşla beslenen Paris'i ni bir Filipinli ile Suriyeli'nin gözünden anlatmak çok iyi fikir. Ama kurgu o kadar kopuk kopuk ki bir türlü hikayeye kendinizi kaptıramıyorsunuz. Gelelim karakterlere, bazı yönleri  çok gerçekçi olmasına rağmen hayalinizde bir türlü ete kemiğe bürünemiyorlar. 
Minyatür bir Beyrut olan eski apartmanın sakinleri roman kahramanları. Yoksullara dokunmamak için fazla ekmekleri kapının önündeki ağaca astıran apartmanın sahibi Zeynab Hanım, bunak kocası Hadi Bey, 82’de Şatila Kampı'nda ölen Filipinli annesinin ve Filistinli doktor babasının izini sürmek üzere Beyrut’a gelen hizmetçi Filipina, taksici Nasır ile karısı Ayşe, homoseksüelliğini reddedip, her gün başka bir kadınla ömür çürüten Jan, Filipina’ya aşık olan Suriyeli kapıcı Marwan, Ermeni kızı palyaço Setanik ve sevgilisi Filistinli Wissam. Romanın Oxford kısmında, eski sosyalist bir babanın kızı olan ve Ortadoğu üzerine bir tez hazırlayan Deniz ve kafası karışık sevgilisi Deniz'i kalıba sokmaya çalışan fazla "Batılı" fazla "düzgün" Tunç ve bu apartmanın hikayesini yazmaya kararlı Batının kimlik takıntısına takık Deniz'in yeni aşkı Ziad. 
Roman kahramanlarını ilk akla gelen özellikleriyle bu şekilde yanyana sıraladığımızda "Of be ne zengin kadro varmış romanda" hissi uyandırabilir ama bu karakterlerin hemen hemen burada aktardığım özelliklerin içine hapsedildiğini söylemek zorundayım. Roman karakterlerinin hiçbir derinliği yok. Sanki karikatürize edilmiş tüm kahramanlar ama o da olmamış. Sanki henüz olgunlaşmamış ama leziz olacağı her halinden belli olan bir meyvenin ham halinin tadını bırakıyor ağzınızda.
Karakterleri güdük kalmış bu romanda "Beyrut hikayeler şehri ve amacım hikaye anlatmak" diyen yazarın esasında güzel olan hikayenin içini biraz boşalttığın da acı ama gerçek. Romanın en güzel kısımları ise Doktor Hamza'nın kızı Filipina yazdığı mektuplar. Sanki Temelkuran sadece bu kısım üzerine kafa yormuş, bu mektupları incelikle düşünmüş gibi.  


Yukarıda sıraladığım tüm eleştirilere rağmen asıl tuhaf olanı romanda beni gülümseten, şaşırtan ve ürperten kısımların da olması. Belki de bu kitap bir roman değil de kimileri çok akıllıca yazılmış aforizmalar kitabı. Deniz'in Batı'ya ve hatta Oxford'a ilişkin düşüncelerini beğendim. Batılı şehirlerin insanı daraltan, hapseden düzgünlüğü, temizliği, öngörülebilirliği ve tamamlanmışlığı Oxford betimlemelerinde çok güzel aktarılmış. Batılıların sorunları, aşkları ilişkileri eşit parçalara bölerek anlama ve çözümleme takıntısı, kimlik bunalımı ve kimliksizlik özlemi. Bir Türk'ün hele de bir Türk kadının kendini Batı'da Doğulu değil Batılı, Doğu'da da Doğulu hissetmesi ya da bu ikisini çok hissedememesi... Kitabın beni etkileyen kısımları bunlar oldu işte. Sırf bu yüzden de okunmaya değer benim için. 

Ece Temelkuran bazı düşünceleri kısa cümlelerle çok çarpıcı bir biçimde anlatma konusuna çok başarılı. Ama iyi bir roman için çok daha fazlasını yapabilmeli. Başta iyi bir kurguyla, akıcılık olmazsa olmaz. Şimdi düşündüm de Temelkuran'ın köşe yazıları da romanı gibi. Çoğu birbirinden kopuk fikirlerin sıralandığı akıcılık sorunu yaşayan metinler. Ben aslında onun köşe yazılarını da kısa çarpıcı ifadelerle oluşturduğu birkaç cümle için okuyurmuşum, meğersem...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder