5 Ocak 2012 Perşembe

Can - Andrey Platonov


  
Asya Çölü'nde Sarıkamış, Üst Yurt ve Amuderya deltası dolaylarında yaşayan göçebe bir halkın adı Can. Peki neden? Çünkü Can "ruh ya da tatlı hayat anlamında. O halkın ruhundan ve kadınların, anaların ona bağışladığı tatlı hayatından başka hiçbir şeysi yoktu- halkı doğuran analardır çünkü". Bir de Rusça'da toprak sahipleri için hayvanlardan bile daha ucuza gelen, yüreği yani vücudundan başka hiçbir şeye sahip olmayan toprak kölelerine verilen isim. Can halkı Türkmenler, Karakalpaklar, Özbekler, Kazaklar, İranlılar, Kürtler ile Belucilerden ve kimliğini unutmuşlardan, kaçaklardan, yetimlerden, yaşlı kölelerden, kocalarını aldatan kadınlardan, tanrıtanımazlardan, suçlulardan yani herkesin dışladığı insanlardan oluşuyor. 

Yirminci yüzyıl Rus edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak gösterilen Andrey Platonov aynı isimli bu kısa romanında bu halkı anlatıyor. Can, Rusya steplerinde sosyalizm bir yana Marx, Lenin, hatta Stalin'e bile yabancı, hangi çağda, hangi topraklarda yaşadıklarından habersiz, başka topraklarda yaşanan hayatları umursamayan bu halka Çagatayev isimli iyi kalpli, romantik başkahramanın Sosyalizm götürme macerasını anlatıyor. Yazar Platanov, kendisi de Can halkının bir ferdi olarak dünyaya gelen, Stalin'i babası olarak gören ve Sosyalizm sayesinde Moskova'da yeni bir hayat kuran Çagateyev'in gözünden "İnsan ne için yaşar?" sorusunun cevabını arıyor bu romanda. İçe işleyen, derin, sembollerle yüklü epik bu kısa roman, okuyucuyu biraz da rahatsız ederek varoluş sorgulamasına itiyor. Okuyucuda "kaçırdığım birşeyler mutlaka vardır, yeniden okumalıyım ama hemen değil" hissi yaratan bu leziz romanda Platonov, Sovyetler Birliği'nde kalben bağlı olduğu yeni düzenin kuruluş sancılarını ele alıyor. Çarlık Rusyasından devralınan acımasız doğa şatlarının da neden olduğu yoksulluğun, açlığın ve sefaletin ürkütücü bir tablosunu resmediyor.

Şiirsel dilinin yanı sıra gerçekçi bir üsluba da sahip olan Can romanında başkahraman, fakirlerin fakiri bu halkta ortak mutluluğu kurmak için gereken bir ruh kalıntısı kalıp kalmadığı konusundaki derin çaresizliğiyle "yoksulun aklı denilen hayal gücü de ölmüş müydü?" sorusunun yanıtını arıyor. Platonov başkahramanın ağzından sosyalizmin kuruluş sürecinin çelişkilerini, tabiatla çetin mücadeleyi, toplumsal-bireysel çatışmaları, insan doğasını, zihinsel süreçleri, vurucu doğa tasvirleriyle ve insani-naif eleştirilerle dantel gibi işliyor. Sonuçta hikaye, tüm güzel masallarda olduğu gibi umudu kutsallaştırarak ve inançla mutlu sona ulaşıyor. 



Okuyucunun zihninde nefis ve tat bırakan ve çetin bir varoluşsal sorgulamalara iten bu müthiş kısa romanın yazarından da bahsetmek istiyorum. Şiir, öykü ve kısa roman türlerinde eserler veren Andrey Platonov'u ben bu romanıyla tanıdım. Aslında memleketi Rusya'da da hakettiği değere yeni yeni kavuşan bir yazar. Çünkü sosyalist ruhunu kaybetmemesine rağmen rejimdeki uygulamaları ironik bir dille eleştirdiği için Stalin tarafından yasaklanmış. Ekim Devrimi'nin ardından sosyalizmi, sosyalist toplumu ve bu toplumun ideal insan tipini inşa etmek için yola çıkan yönetim edebiyatı da bir araç olarak kullanmış. Sosyalizmin inşasına katkıda bulunan toplumsal gerçekçi büyük Rus yazarlarından biri de Gorki. Gorki'nin çağdaşı olan Platonov başta Stalin olmak üzere yönetimin büyük beğenisini toplamış. Hatta, 1925 yılında yayımlanan ve 1905 yılında Potemkin Zırhlıs’ındaki isyanı konu edinen Black Sea Revolt of 1905 kitabı Bolşevik Parti’nin resmi yayını ilan edilmiş. Ancak sosyalizmin gidişatını eleştiren, eksiklerini dile getiren yazılar kaleme alınca rejim düşmanı ilan edilerek aforoz edilmiş. Kitapları da uzun süre yasaklanmış. 

1951 yılında hayatını kaybeden Andrey Platonov'un çok karamsar, gizemli ve ilginç bir hayat hikayesi var. Stalin rejimle ters düştüğü için nefret ettiği Platonov'un edebiyatına hayranmış aynı zamanda. Bu nedenle diğer rejim muhalifleri gibi ona hayatı zindan etmemiş. Ama hırsını 15 yaşındaki oğlundan çıkarmış. Platonov'un oğlu rejim muhalifliği ve ajanlık suçlamalarıyla toplama kamplarına gönderilmiş ve orada hastalanmış. Oğlunun tedavisine yardıma giden Platonov da oğlundan kaptığı tüberküloz nedeniyle 52 yaşında hayatını kaybetmiş.Sovyetler Birliği yıkılınca da yasaklı kitapları yeniden okuyucuyla buluşmuş ve itibarı yeni yönetim tarafından iade edilmiş. Hatta 1981 yılında Sovyet astronom tarafından bulunan küçük bir gezegene, yazara saygı mahiyetinde "3620 Platonov" adı verilmiş.


Son olarak bu müthiş kitabı tavsiye etmekle birlikte yazarın diğer kitaplarını heyecanla okuyacağımı bildiririm.

4 Ocak 2012 Çarşamba

Az - Hakan Günday




Yeraltı edebiyatının sevilen yazarlarından Hakan Günday'ı ben ilk Ziyan romanıyla tanıdım. Fanatik okurları kızacak belki ama okuduğum bu ilk Günday kitabı üzerimde müthiş bir etki yaratmadı. Yine de sert- karmaşık dili, akıcı anlatımı ve derin baş karakteriyle "Oley yeni bir genç romancı keşfettim" hissi uyandırdı bende ve takibe aldım. Ziyan'la gerçekleşen tanışmanın ardından yazarın büyük beğeni toplayan Kinyas ve Kayra ya da Zargana, Azil, Piç Malafa romanlarından birini okumalıydım belki ama ben tersten başladım ve son romanı Az'ı okudum.

İlk olarak kitabın başında örümcek lekesiyle başlayan birkaç sayfalık hikayenin gerçekten şahane olduğunu söylemek istiyorum. Roman 11 yaşında hayatın acımazsızlığını çok sert bir biçimde yaşayarak erken büyümek zorunda kalan ilki kız Derdâ ve Derda’nın hayatların anlatıldığı iki ayrı bölümden oluşuyor. İlk bölümde sado mazoşizm, pornografi, uyuşturucu ve acımasız İslami tarikatların çemberinde merhametini ve saflığını yitiren kız çocuğunun hikayesi aktarılmış. Okuyucuyu yoran bir anlatımı olan ilk bölümdeki kahramanın yaşadığı ağır tecrübeler bende büyük bir etki yaratmadı. Aslında beklenen bu korkunç tecrübelerin ve akılalmaz şiddetin (bence biraz zorlama) insanı uykularını kaçıracak kadar etkileyici ve rahatsız edici olmasıydı ama bu durum en azından benim için geçerli olmadı. Hem karakter hem de olaylar bana çok sahici ve vurucu gelmedi. Açıkçası roman sadece bu karakaterden oluşsaydı çok daha olumsuz bir yorum yapabilirdim.


Özellikle Ziyan kitabından aklımda kalanlar olmasaydı kitabın bu kısmını Batılılar için yazılmış içinde doğunun ve doğulunun bütün kötülüklerinin -hem de aynı insanının başına gelen- anlatıldığı kuru bir hikaye olarak tanımlardım. Bu kısımda etkilendiğim tek bir cümle, anlatım ya da olay olmadı. Bu kısımdaki didaktik anlatım da beni hem zorladı hem de fazlasıyla rahatsız etti. Hakan Günday'ın Ziyan kitabında da var olan kendine has tarzıyla burada da karşılaşmam hoş bir seda bıraksa da konu bütünlüğü açısından özellikle bu ilk bölümde birşeyler eksik kaldı. Zira hikayenin özü popüler dizilerde olduğu gibi abartılı bir biçimde dallanıp budaklandı ve pek çok dal havada kaldı. Bu ilk hikaye korkarım Hakan Günday'ın da profesyonel yazarlığa başladığını gösteren ilk ipucu. Heyecanın ön planda tutulması, gerilimin düşdüğü yerlere bir parça daha klişe doğu meselesi serpilmesi, zorlama tesadüflerin peşpeşe sürüklenmesi bu yorumu yapmama neden oldu. Hakan Günday'ı iki romanını okuduğum için çok iyi tanıyor sayılmam bu yüzden ağır konuşmak istemiyorum ama ikinci bir Elif Şafak sendromunun izlerini görür gibi oldum. Umarım yanılırım.


Gelelim romanın ikinci bölümüne. Burada babası hapiste olan ve annesinin ölümüyle gerçek hayatın acımasızlığıyla başbaşa kalan Derda'nın yalnızlığını ve tutunma çabasını anlatılıyor. İlk satırlardan itibaren karakterler daha sahici hale gelmeye başlıyor, özellikle ergen erkekler arasındaki diyaloglar insanın içine işliyor ve hikaye de akıp gidiyor. Bu tecrübeden yola çıkarak yazarımızın erkek karakterlere çok daha güzel hayat verdiğini söyleyebiliriz. Erkek çocukların naifliğini, hayatın acımasızlığına yaptıkları saf-umutsuz yorumları hem okuyucuya daha net geçiyor hem de çok daha fazla merak ve yakınlık uyandırıyor. Örneğin kitabın yan karakterlerinden İsa isimli çocuğun kimseye anlatamadığı için hayatının akışını değiştiren define hikayesini ben çok merak ettim. Diğer yandan kitabın ilk iki sayfasında anlatılan hikayeyle birlikte kitabın yine şahane olarak nitelendirilebilecek ikinci bölümü ise 244-253 sayfaları arasındaki el yazısı ile yazılmış fantastik masal. Burada da gerçekten iyiki bu kitabı okumuşum dedirtecek kadar müthiş bir anlatım var. Bir de yüzümü güldüren ayrıntıyı vermek istiyorum. "Oğuz Türkleri" espirisine bayıldım. 

Bu bölümde beni rahatsız eden ise Oğuz Atay ve kutsal kitap (!) "Tutunamayanlar" adete romanın önemli bir karakteri gibi yer verilmesi. Sanki Oğuz Atay sevenlerin sempatisini kazanma ısrarı var gibi. Belki Tutunamayanlar'ın bir anda popüler olmasına ve okunmasına vesile olarak olumlu bir işlevi olabilir bu anlamsız zorlamanın. Ama bence ergen erkek çocuğunun yalnızlığını ve loser'lığını paylaşan ve hayatını anlamlandıran anonim bir yazar olarak kullanılsaydı daha iyi olurdu. Oğuz Atay'ın ismi hiç geçmeseydi ya da "ve korkuyu beklemek korkudan beterdi. Bir zamanlar birinin yazdığı gibi.." ile sınırlı kalsaydı bu  olayı şahane olurdu kanımca. Okuyucu kendi keşfederdi Oğuz Atay'ı böylece..

Derdaların tuhaf tesadüfler silsilesiyle karşılaşmaları, birbirlerine aşık olmaları, 40 yıl bir yastığa başkoyduktan sonra birlikte ölmeye karar vermelerinin anlatıldığı kitabın sonuç kısmı için ise fazla yoruma gerek yok. Kötü. Ama yine de bu romanı okumanızı tavsiye ederim, vakit kaybı olmaz.

Bu arada Hakan Günday, Az’la "Dünya Kitap Yılın Telif Kitabı Ödülü"nü kazandı.

Doğan Kitap'tan çıkan romanın arka kapak yazısı ise şöyle (Buradaki şiirsel anlatım, romanın genelinde yok): 

 ”sen de fark ettin mi? az dediğin, küçücük bir kelime. sadece a ve z. sadece iki harf. ama aralarında koca bir alfabe var. o alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. biri başlangıç, diğeri son. ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. yan yana gelip de birlikte okunmak için. aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. senin ve benim gibi.” “bir tarikat şeyhinin 11 yaşında oğluyla evlendirilen korucu kızı derdâ ile hapisteki bir gaspçının aynı yaştaki oğlu “mezarlık çocuğu” derda’nın bir mezarlıkta kesişen hayatlarının, bu iki çocuğu kırk yıl boyunca her tür şiddetle yontup birbirlerine hazırlayışının, (bütün anlamlarıyla) yazı’nın bu iki çocuğu birleştirmesinin hikâyesi. çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine, a’dan z’ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman…”